(Bu röportajın ses kaydı, Pierre Bourdieu’nun sosyoloji kuramı ve bu kuramın sosyolojik mülakat yöntemleri ekseninde “deşifre edilmiş olup”; bilinci, bilinçaltını ve algının fenomenolojisini “olduğu gibi” sergileyebilmek amacıyla gerçeğe tamamen sadık kalınmıştır.)
Batu Mutlugil: Yazamayacağınız cevaplar verebilirim o yüzden politik sormayın (gülüyor)…
Affetmeyensanat: On sorumuz var?
Batu Mutlugil: Hım süper.
Affetmeyensanat: Birinci soruyla başlayalım istersen?
Batu Mutlugil: Olur okey.
Affetmeyensanat: Öncelikle hoş geldin…
Batu Mutlugil: Teşekkürler…
Affetmeyensanat: Soru Bir:
1.Sunay Özgür, Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin desek akla ilk önce neler gelirdi; bunu tahmin etmek güç değil, (o sırada bir tezgaha bir sürü tabak ve çatal bıçak bırakılıyor, Hendrix’in Foxy Lady’sindeki gitar tonunu hatırlatan keskin bir patırdama duyuluyor) Blue Blues Band’in kuruluşundan biraz bahsedebilir misiniz?
Batu Mutlugil: A tabii, işte saydığın isimler benim çok aziz dostlarım, bir tanesi zaten manevi oğlum, kuruluş, bizim bazı çıkan şeylerin aksine, Yavuz kurmadı grubu, zaten bu “Blue” filminde de biliniyor, bu tamamen işte benim Yavuz ile karşılaşmamdan sonra, o da Reha diye bir arkadaşım vardı o dönemler, gitar raftaydı, başka işlerle uğraşıyordum o dönemler, o dedi, abi gel; çalmasan da gitarı iyi bir çocuk var, işte şurada burada iki üç senedir çalıyor, ediyor, bence çok daha iyisini hak ediyor, dedi, onun üzerine Reha ile şeye gittim, matine diye, suare diye böyle bir kulüp, o zamanlar böyle matineler de yapılıyor İstanbul’da, on sekiz altı için de, para kazanmak için, onlar çalıyordu, böyle bir rock grubu değildi ama Yavuz gerçekten çalışıyla, daha o zamanlar söylemem lazım, şarkı söyleyişi değil de çalışıyla bende bir soru işareti uyandırdı, tamam kalıcam, dinliycem sonuna kadar, sonrada konuşalım, Yavuz biraz böyle şey davrandı, gel abi bir gitar daha var, beraber bir çalalım, böyle arkadaşlar gelip gidiyor, önemi yok, dedi, grup bizi takip etsinler, basçı bizi takip etsin, klavye de çalar, hiç olmazsa nerede olduğumuzu biliriz…
Affetmeyensanat: Heh heh he…
Batu Mutlugil: Öyle bir karşılaştık çaldık, nasıl diyeyim, ilk aşk oluştu orada, sonra asıl olayı yükselten şey sohbetlerdi, yani Yavuz’un o yaştaki, o zamanlar böyle internet olayları yok, gerçekten bir adam sana Jim Croce’den bahsediyorsa oturup bir düşünürsün, nereden hani, Blind Melon Jefferson’dan, olacak iş değil yani, ben belki yaşla biraz tecrübe kazanmış olarak ama gençte yani, sohbet ettik, sonra, keşke beraber çalabilsek, dedi, yaz geliyor, ben geçen yaz şeyin önünden geçiyordum, orada Yavuz bizim Tanju ile çalıyor, uzaktan duyuyordum onları böyle çift sesler, bir de davul bas olmadığı için Tanju’nun tek bir gitarla davul sesini çıkartmadı da güzeldi, giderken bu sefer benim gitar da alıp gittim, Strat’ı, bir gece geldim gitarla beraber, oo falan, orada bir basçıyla derdimiz olmadığı için gayet güzel blues yaptık, tabii çift ses oldu üç ses, sağ olsunlar abi çok değişik bir stilin var falan, öyle oldu, ben bu yaz için hiçbir yerde çalışmaya niyetli değilim, ara sıra öyle buluşur konuşuruz, aklımda fazla bir şey canlandırmamıştım, korkuyordum tekrar sahne almaktan falan, ondan sonra fakat ne var ki Umay Umay, o zamanlar Hayal Kahveleri’nin sahibi ile birlikteydi, beni aradı, Batu ne olur bir kere, biz bir yer açtık Hayal Kahvesi diye, orada sahne alır mısın, bir kere gel, orada sahne al, ( bir süre düşünür), benim öyle bir niyetim yok dedim, abi ne olur ya bir kere gel, dedi, tamam ya gelirim dedim, ama gelmeden önce ben bir grupla geleyim oraya, dedim ki Yavuz’a, şimdi gidicem bir kere ile beni bırakmayacaklar, dolayısıyla biz bir an önce grubu meydana getirelim, tamam dedi Yavuz, getirelim, önce adam gibi bir basçı bulmamız lazım, benim inancıma göre bir grubun bir görsel önemi de vardır anlatabiliyor muyum, bakıldığı zaman bir şekilde insanlar rahat bakabilsin, anlatabiliyor muyum?
Affetmeyensanat: Anlıyorum…
Batu Mutlugil: Bir kompozisyon yaratabil sahnede, ondan sonra Yavuz ile akşamları buluşuyorum, kulüplere gidiyor, orada grupları dinliyoruz, o zamanlar Karizma diye bir grup, orada ilk defa Sunay’ı gördüm, yüzünden kan çekilmiş, uzun boylu, yelek falan bilmem ne, dedim basçımız o, bitti yani, o zamana kadar Sunay’ı tanımam, eski ilk çaldığım basçı Özkan’dı mesela, ben gitarı bıraktığım dönemde onu Kaygısızlar’ın kucağına teslim edip öyle gitmiştim Paris’e, okula, konuşalım dedik, Sunay ile konuştuk ettik, kabul etti, tabii bir tek mesele davul, şimdi Tanju ben davul çalarım, çok severim Tanju’yu ama daha da davul çalamaz, olmaz, ben nasıl step dans yapamazsam, bir şekilde benzetirim ama o olmaz, biz dedik madem acelemiz var biz üç kişilik yapalım, davulcu opsiyonel olsun, kimin vakti varsa o gelir, öyle öyle değiştiririz, dedik işte, Blue Blues Band afişi öyle çıktı, onlar şey dediler o zaman Batu Mutlugil ve Blue Blues Band, dedim daha vakti değil o, çünkü bir özel isim kullanmak için gerçekten biraz bir şeyler yapmış olman lazım, bazen görüyorum, gencecik yirmi yaşında gruplar sağda solda çalıyor işte Bora bilmem ne, Ahmet bilmem ne…
Affetmeyensanat: Evvet, maalesef…
Batu Mutlugil: Bakıyorum yirmi bir yaşında, beşinci sahneye çıkışı, o isim bir daha silinmiyor, anlatabiliyor muyum?
Affetmeyensanat: Silinmiyor ve “grup kültürü”nün yerleşmesi de çok zor oluyor…
Batu Mutlugil: Aynen öyle, benim öyle bir kaygım yoktu, ben biliyordum ne çıkartacağımızı ortaya, bu Sunay’ı seçmemiz, bütün o konuşmaların nedeni de şuydu, biz çalışma yapamayız, bizim vaktimiz yok çalışmaya, benim işim var, senin sahnelerin var Yavuz’un, öbürü de işte ona göre bir şeylerle uğraşıyor, biz bu şarkıları dinleyip bilmek zorundayız, ve ilk defa oturup çaldığımızda da ne kadar müzisyen olduğumuzu göreceğiz, siz beni ben de sizi göreceğim, işte parçaları seçtik ama bize davulcu lazım, davulcu bizim ona söylediğimizi, şu ritimde çalacaksın diyeceğimiz bir davulcu yeterli, okey biz kabul ediyoruz, ama dedim şöyle yapalım, evet bir aylık bir anlaşma yapalım, hafta da bir çalalı, tamam dediler işte cumartesi Bulutsuzluk var, onu değiştiriyorum, hayır dedim, cumartesi istemiyoruz, Cuma mı, hayır dedim pazartesi istiyoruz, dedi ki abi pazartesi hiç Beyoğlu’nda insan yok, ben dedim o gün istiyorum, eğer bu gurubun bir kıdemi varsa, çok iyi bir gurup olduysa Pazartesi de evinden çıkacaktır, o zamanlar rock daha yaşıyor Türkiye’de, şimdiki gibi değil, böyle bir anons yapıldı etrafa, eşe dosta haber verdik veremedik, işte Batu tekrar sahneye geliyor derken ilk pazartesi akşamı böyle “full” bir mekana girdik, daha ne yapacağımız belli değil, bilmiyorum çocuklar ne kadar hazır, ama bende onun heyecanı yok, aslında beğenildikten sonra daha fazla heyecanım vardı, ( gülüyor), böyle çıktık çaldık, ilk parçaya girdik ve millete böyle kaldı, ne alkış var ne bir şey…
Affetmeyensanat: İlk parça neydi?
Batu Mutlugil: Yavuz dedi ki, zannediyorum şeyi çaldık, Sweet Home Alabama çaldık…
Affetmeyensanat: Ooo, heh he…
Batu Mutlugil: Hani biraz ısıtalım ortalığı diye, Yavuz dedi ki elini önüne koymuş böyle, abi buz gibi bakıyorlar falan, dedim şahane(gülüyor), şaşırdılar çünkü, sen dedim ikinci parçadan sonra gör, daha önceden sahne tecrübem olduğu için olayı biliyorum yani, emin misin, bırak böyle şeyleri konuşalım müziğimizi yapalım falan, ikinci parçayı girdik, Lay Down Sally’di sanırım, vokal tek olsun, mühim olan bizim iki ses yapabilmemiz Yavuz ile, bun sadece Tanju ile olmayacağını görmesini istedim, tabii ikinci parçada dağıldı millet, baya bir dağıldı, gittikçe kalabalıklaştı, gittikçe kalabalıklaştı, neyse velhasılıkelam ertesi hafta pazartesi biz geldiğimizde içeriye giremedik, müthiş bir kuyruk vardı kapıda, o zamanki Hayal’in arka kapısı yok, sahneye nasıl ulaşacağız, o zamanlar tabii ben bu zaman göre biraz daha gencim, görünüm falan, yeni neremizin okşanmadığı kaldı, ne kadar çimdik yedik sahneye çıkana kadar (gülüşmeler), bur arada gerçekten özlem olduğu için saçları çekmeler tutmalar falan, ( bir süre düşünür), hoş bir şey tabii, Yavuz’a dedim ki bak tamam oldu, şimdi size bir yüz kırk parça daha gönderiyorum, ne diyorsun abi sen…
“Biz hiç prova yapmadık ki Blue Blues Band’de, on altı yıllık Yavuz ile benim çalmamda bir tane provayı Kerim ile beraber yaptık, Kerim ben Suna…
Affetmeyensanat: Burada şunu soracaktım, sahne öncesindeki prova süreci ne kadar sürdü? En az otuz şarkı…
Batu Mutlugil: Provasız…
Affetmeyensanat: Provasız?
Batu Mutlugil: Provasız tabii, ilk çalmamızda, biz hiç prova yapmadık ki Blue Blues Band’de, on altı yıllık Yavuz ile benim çalmamda bir tane provayı Kerim ile beraber yaptık, Kerim ben Suna, asıl Blue Blues Band’in oluşumunda, bana göre en mükemmel anı, orada da Kesme Şeker’den Batur bir arkadaşı ile birlikte stüdyoları vardı, sünnetçi bir herif vardı, gel siz burada prova yapın falan, benim hatırladığım şuydu, buluştuk, bir kanepenin üzerinde Yavuz yarım saat kırk beş dakika sandviç yemekle meşguldü…
Affetmeyensanat: Heh he…
Batu Mutlugil: Sunay bas tellerini değiştiriyordu, Kerim elinde bir sigara, bir sağa bir sola kayboluyordu falan, sonra baktım boş havuzun içinde geziniyor falan, ben de sıkıntıdan bakıyorum yani, niye geldik biz buraya diye, orada özellikle işte bir prova yapalı diye, sonuçta bu arada o provaya geldiğimizde haftanın yedi günü çalıyor İstanbul’da Blue Blues Band, neredeyse her gecesi full, ben teknedeyim mesela, adadayım, rakı içiyorum işte çalmayacağımız gün, bizimki arıyor kemancıdan, Batu abi motor gönderiyorum, nerede olduğunu biliyorum, derhal gel…
Affetmeyensanat: Hımm, anlıyorum, heh heee…
Batu Mutlugil: Acayip bir kalabalık geldi, mutlaka sizin çıkmanız lazım, haydii, hemen toparlanıp gecenin saat birinde Kemancı’da sahneye çıkıyorduk, böyle müthiş güzel bir macera, işte o gecede şey dedim ben, madem şeye geldik, hiç bu zaman kadar çalmadığımız on bir parça seçelim, böyle saçma sapan konuşmalarımız vardı, rockçıyız yani…
Affetmeyensanat: Elbette, hı hı…
Batu Mutlugil: Neden on iki değil, sana ne, on iki değil on bir, öbürü diyor ki on üç olmazsa be çalışmayacağım (gülüyor), sonuçta on bir parçada kaldık, karar verildi, böyle rock parçalar falan, şimdi Batur da bizi seyrediyor oradan, abi dedi, on bir parçayı çalışırsanız sabaha kadar mı buradayız falan, yo dedim, zaten ben şu anda, isimlerini de yazdım, bak böyle şeyler oldu, Kerim’e diyorum ki, Kerim, hangi parça sende yok( sanki o anı tekrar yaşıyormuş gibi hafif neşeli bir ses tonuyla), teessüf ederim Batu’cum, on bir birden bende var, işte Yavuz’a döndüm, abi iki tanesi hariç, isimleri ile ilgili İngilizce bilmediğimden falan, bana melodiyi çalarsan, hadi birini biliyorum öbürünü bilmiyorum, tamam dedim, peki buraya kadar tamam, Sunay’a döndüm, ben hiçbirini bilmiyorum, yalan söyleme dedim Deep Purple’ı biliyorsun, abi kulak dolgunluğu, tamam çok güzel yaz oraya, Deep Purple’ı zaten bilmediğin üç tane parça mı oldu, hangi tondan giricez, yani sahneye çıktığımızda mutlaka bir tona karar veririz yani…
(Gülüşmeler oluyor…)
Batu Mutlugil: Ama genellikle parçanın orijinal tonunda kalalım, bir anda benim sesim değişebilir, derim ki la dan yapacağımıza sol den yapalım, bunu da aramızda transpoze edemeyecek adam varsa zaten yarından itibaren, sanmıyorum yani, o sırada gitarın dalgasına şeyi seçmiştim ben Smokies’in bir parçası vardı, çok severdim onu…
Affetmeyensanat: Aaaaa…
“O an Yavuz söyler diye kararlaştırmıştık, biz daha girer girmez Kerim dedi ki ben söyleyeceğim, tabii yaktı yıktı ortalığı adam inanılmaz bir adam…”
Batu Mutlugil: Onları hep Yavuz’a söyletiyorum, çünkü o tür parçaları ben söyleyemem, böyle Micky Mouse parça söyleyemiyorum, Needles and Pins diye bir parça vardı Smokie’nin, çok güzeldir böyle vokalleri, dır lı dır lı dııır lııın, ondan sonra dedim Yavuz’a, Yavuz ben onu şimdi hatırladım dedi, Kerim durduğu yerden böyle yapıyor, o küçük parmağı ikinci telin üçüncü “fret”ine değdirip kaldır, oturduğu yerden, sonra Yavuz bakıyor, ya çok haklısın, böyle daha kolay falan, böyle bir olay, en sonunda dedim ki ya çocuklar ben sıkıldım, çalar gibi bir üstlerinden geçelim, böyle gidiyor, Yavuz orada akort ediyor, Kerim orda dıstak dıstak yarım ayak vuruyor falan, çaldık, mikrofonlara bile söylemiyoruz, tamam parçalar hazır, akşam kemancıda çalarız bunları, Batur dedi abi ölümü gör çalmayın rezil olursunuz falan, nasıl dedim rezil oluruz ya, bu parçalar bitti ya, abi dedi hiçbirini tam çalmadınız ki, nasıl demi ya, tamamını akşam çalacağız ya…
(Gülüşmeler…)
Ben de bu akşam geliyorum en öndeyim falan, arkadaşıyla, ilk parçayı böyle girdik, rararara raaa, rarararararaaa…
Affetmeyensanat: (Deep Purple değil miydi bu, bu bildiğin Burn…)
Deep Purple-Burn:
Batu Mutlugil: O an Yavuz söyler diye kararlaştırmıştık, biz daha girer girmez Kerim dedi ki ben söyleyeceğim, tabii yaktı yıktı ortalığı adam inanılmaz bir adam, böyle zaman içinde işte ilk başlarda bir sene bir buçuk sene parçaların yüzde seksenini ben söylüyordum..
Affetmeyensanat: Hı hımmm…
Batu Mutlugil: Sonra Yavuz’a yıkmaya başladım çünkü şeyi düşündüm, öyle büyük kitle olaylarına merakım yok, ben bar müzisyeni havasını seviyorum yani, birinin gözünün içine bakabilicem çalıcam anlıyor musun, zaten her zaman her çaldığım soloyu parçada değiştirdiğim için karşımdaki seyirciler hatunlar da her zaman değiştiği için…
(Gülüşmeler…)
Batu Mutlugil:Anlatabiliyor muyum, dolayısıyla sürekli olarak yeni doğaçlama yapabiliyorum anlıyor musun?
Affetmeyensanat: Bu güzel evet…
Aklıma ne takılırsa, şu kızın saçını tarasam ne olur, saçını tarayayım mı parçada diyorum mesela, veya öbüründe kazağının altına bakayım fanilası var mı falan (gülüşmeler), böyle bir sistem işte yürüttük, ve abi idolümsünüz falan, abi ne alakası var, bunların on tanesini haftaya değiştiririz, benim en sıkıldığım şey o aynı repertuar ile çıkmak yani, şimdiki gruplara bakıyorum, otuz parça tamam yani, bir sene falan bu otuz parçayı dinliyorsun, artık herkes biliyor bak bu parçadan sonra bu gelecek diye, benim durumda yan yana olan birine ilk öğrettiğim şey şudur, birlikte gittiğimiz ere mesela, bak diyorum o sevmediğin parçayı ne zaman çalacak, kız diyor, bak yine o şeyi girecek Michael Jackson’ın parçasına benzeyen bir şarkı var ya, işte bu bende olsun istemiyorum, tabii bazen olmadı mı oldu, ama çok güzel bir zaman geçirdik, Yavuz’a da albümünü yapma zamanını aslanlar gibi bıraktık, (su içiyor) velhasıl kelam öyle, Blue Blues Band tabii benim için Kerim geldikten sonra olay değişti, Kerim beni yanlış yollara sevk edecekti, şey anlamında, diyor illa bir albüm yapalım, albüm yapalım, ben albümcü bir adam değilim ben aslında eskiden söyleyemiyordum ama şimdi yaşım müsait söyleyebiliyorum, biraz da Nihilist bir herifim daha doğrusu, mesela kaydedelim, bunları neden kaydetmiyorsunuz mesela, hepsini saklayıp kitap niye yazmıyorsun, yani geziyor ortamızda, sen şurada şu hareketi yapıyordun bunun bile bir önemi yok aslında, bu kaydetmeye kalkarsan her bir “motion”u kaydetmeye kalkacaksın…
Affetmeyensanat: Doğru doğru evet…
Batu Mutlugil: Kimsenin bir ömür vakti yok, öbürünün öbürünü seyretmeye yani, ama işte bir şey kalsın bir şey bırakmak, kimsenin egosunu yükseltmek istemiyorum yani benin kemdi egolarım var, en iyisi gizli kalsın istiyorum yani…
Affetmeyensanat: Belki de bunu; yazan, çizen, kimselere bırakmak daha uygun, bir kitap bir video konusunu hani…
Batu Mutlugil: Evet, evet…
Affetmeyensanat: Evet diyorsan, Yavuz Çetin üzerine, Yavuz Çetin temelli Blue Blues Band üzerine, “Blues’un Türkçesi” temalı bir kitap projemiz var, kitabın içerisinde bir de film senaryosu var, sizi o zamanlardan tanıyan şu an Floransa’da yaşayan bir ablamızla da irtibata geçtik, onun da aktardığı veriler oldu, röportajdan sonra bunun üzerinden de gidersek, bu kitap projesinde sana da sormak istediğim röportaj dışı çok fazla şey olacak, kitaplaştırma açısından, yüzük ile oynarken onu düşünüyordum bir yandan da…
Batu Mutlugil: Hı hıı…
Affetmeyensanat: Ne zaman zamanı gelir de…
Batu Mutlugil: Demek ki önemli bir anmış yani (gülüyor)…
Affetmeyensanat: Evet çok önemli bir andı…
Elif: Evet öyleymiş (gülüyor), ben de fark ettim buradan…
(Biraz sessizlik, arkada trompet solosu, bardak tıngırtıları)
Batu Mutlugil: Bazen iki soruya birden cevap vermiş olmuşsak…
Affetmeyensanat: Hıı evet…
Batu Mutlugil: İlerisi için bir problem değil yani…
Affetmeyensanat: Güzel bir cevaptı evet, soru iki… Birinci soruyu bitirdik mi, söylemek istediğin bir şey peki…
2.İş hayatına çok erken atıldığınızı biliyoruz.
Batu Mutlugil: Evet maalesef…
Affetmeyensanat: Tekstil işinden tam zamanlı müzik işlerine ve Mojo’ya yönelmenizin nedenleri nelerdi?
Batu Mutlugil: Ya şöyle, bu çok uzun elimden geldiğince bunu çok kısa anlatayım, köklü bir aileden geliyorum böyle yedi göbek İstanbullu ama Kırım’dan göçme, bir sülale, kariyer meraklısı insanlar, herkes böyle bir unvan kariyer ( bir süre düşünüyor), günümüzde de öneli ya, büyüyünce ne olacak diye…
Affetmeyensanat: O zamanın sosyo-ekonomik şartları da bunu gerektiriyordu sanırım..
Batu Mutlugil: Benim için önemli olan, o zaman olan şuydu, Paşabahçe’de müdürsün, aldığın maaş ne kadar, anlatabiliyor muyum, yani mesela üniversitede paleontoloji profesörüsün, bir kere öyle bir bölüm var mı açılıyor mu o parayı alabilecek misin (gülüyor), avukat vardır bizde, ben de işte öyle teyze oğluna özenip mimarlık okuyacağım diye Paris’e gitmiştim, fakat daha ilk yıl aldığım matematik sonunda o strese dayanamayacağımı anladım yani müthiş bir okula girdim aslında, güzel sanatlardı ama yanlış bir bölüm seçmişim, orada statik matematik ağırlıklı, ona vaktim olmadığını öngördüm, sevmedim o bölümü üstelik fen bölümü mezunu da değilim, orada modern matematik yıllardır öğretiliyordu, ben canım sıkılmasın ailem tedirgin olmasın diye Sorbonne’a gitmiştim, sonra Psikoloji’ye yazıldım derken karar verdim galiba ben bu işi böyle yapmayacağım, kısa vadeli bir gazetecilik okulundan bir an önce diplomamı alayım çünkü bu arada çocuğuma eşim hamile, bu işin kısmı da apayrı bir olay yani.
Affetmeyensanat: Çok erken evlenmişsin…
Batu Mutlugil: On beş yaşında onu Hamburg’dan kaçırmak, polisin bizi araması, Türkiye’ye girişlerimiz, babamın zamanının perişanlığı işte oradan tek başıma Hamburg’dan tanımadığım bir yer yani oradaki birtakım maceralarım apayrı, alakasız insanlarla yani, bilmeden bir şekilde birisi seni koruyor ama borçlu kalıyorsun, adamın im olduğunu öğrenince üç gün uyku uyuyamıyorsun, sonra bir başka ülke, ondan sonra yırtıyorsun, sonra dua ediyorsun sen bunu yaptın diye adam seni daha fazla tutmak istemesin, böyle bir sürü hikayeler, sonra bir şekilde geldim buraya, sonradan eşim ona, aslında yirmi bir yaşındaydı rüştünü ispat etme Almanya’da, Allahtan kanun değişti biz gelmeden on sekiz oldu, ikinci senede resmen yırtmış olduk ve biz evlenebildik resmen yani…
Affetmeyensanat: Sen de yirmi bir yaşındaydım değil mi o zaman?
Batu Mutlugil:Ben de yirmi birdim, ilk tanıştığımızda ben on dokuzdum o on altıydı, on altıdan gün almıştı yani, arka arkaya Batuhan Neslihan derken işte dediğim gibi gidip ben en sonunda orada bir gazetecilik okulunu bitireyim çünkü anne başının etini yiyor askerlik yap askerlik yap diye, ben de öyle parmağımın bir tanesini keseyim de gitmeyeyim gibi bir şey yapamam çünkü benim yerime sen gideceksin mesela o anda, kaderde bir değişiklik olacak, belki sana bir şey olacak, bunun sorumluluğunu alamam, küfrede ede gittim yani askere, ama yedek subay olarak yapmam gerekiyordu çünkü bir şekilde o er olarak tokat yeme hikayelerini dinledikten sonra böyle hanzo bir çavuştan tokat yemek hayatta sığdıramazdım yani, muhtemelen katil olurdum o anda, diplomayı alınca yedek subay olarak gittik tabii, baya geç gittim, bakaya falan, olmasa oğlumla birlikte yapacaktım, ama o da bitti işte, güzel bir şekilde bitirdik, on sekiz ay, sonra on dört ay terhis olayı çıktı, çok şanslıydık, öyle…
Affetmeyensanat: Askerlik sırasında müzikle uğraştın mı peki?
Batu Mutlugil: Yook, hiç marangoz der yine de onu yapmadım yani, babamlar yapmış o hatayı, arkada gitar çalmak, imkanı var mı düşünsene, milletin önünde sensiz saadet nedir tatmadım bilemem, buna bir sezon dayanamazdım yani, onu sevmediğimden değil güzel bir parça aslında ama ben yaptığım şeyi yapmak isterim, Türkçe benim branşım değil, pop benim branşım değil, klasik de benim branşım değil, klasik müziği severim tabii Dede Efendi falan…
Affetmeyensanat: Sonra Itri…
Batu Mutlugil: Tabii, ama bana bir daha ud çaldırır mısın hayır (Arkada Bill Evans’ın piyanosu çalıyor)…
Batu Mutlugil: Böyle, çocuklar oldu…
Affetmeyensanat: İş hayatına atılman mı gerekti?
Batu Mutlugil: Öyle iş hayatına atıldım, babam diplomattı, benim dil öğrenmeye karşı inanılmaz bir şeyim vardı yani merakım, sadece o değil mesela birisi bir hikaye anlattığı zaman bir Alman, mesela biz Karadenizliler hakkında hikaye anlatırız, mesela Hamburglu bir adam Augsburg hakkında bir hikaye anlattığı zaman Augsburg’u bilmiyorsan anlayamıyorsun, ben hiçbir zaman o durumlara düşmek istemem çünkü ben şunu gördüm, bir iş hayatı yapacaksam kesinlikle yabancılarla çalışacağım a dolayısıyla bu kadar genç bir yaşta genç bir işadamı olarak adamların nasıl gözlerine girebilirim, kendi kültürlerini onlar kadar iyi bilmem gerekiyor, ve kendimi o konuda özellikle Almanlar hakkında kendimi müthiş yetiştirdim, zaten yirmi yaşlarımda falan anadilim Fransızcaydı, sonra Türkçe geliyor, Osmanlıca ile karışık biraz, ondan sonra İngilizce, ondan sonra Almanca, tabii şeyi saymıyorum, Latin dilleri arasında bildiğim birkaç dil daha var, onları da ne bileyim bir maarif koleji seviyesinde biliyorum, anlatabiliyor muyum?
Anlıyorum evet…
Batu Mutlugil: Benim için dil bilmek o değil yani…
Affetmeyensanat: Kültürünü bilmek…
Batu Mutlugil: Tabii tabii bilmen lazım, Amerikalı’ya anlatacağın bir hikaye var, İngiliz’e anlatacağın bir hikaye var, İngiliz Amerikalı’nın hikayesinden anlamaz yani…
Affetmeyensanat: Belki ileride bu konuya uğrayacağız ama blues kültürünün Türkiye’ye geç yerleşmesinde de bunun, dilin etkisi çok önemli…
Batu Mutlugil: Tabii tabii ben aslında bluesa yürüyüşüm şeyden oldu, ben mesela Stones çok dinlerdim, tabii benim yabancı müzik dinleyişim en eski gruplardan Animals olsun, onları zaten çok seviyorum ama ilk böyle etkilendiğim grup Rolling Stones olmuştu, mesela Beatles beni o kadar etkileyememişti, Beatles’ın müziği müzikte kendilerini biraz daha geliştirdiğinde geriye dönüp adamların kıymetini bir anlamıştım, asıl Stones’tu, bir İngiliz nasıl böyle bir parça yapar, onlara baktığımda o standart Keith Richards, Mick Jaggers yazmıyordu, ya işte Blind Lemon Jefferson, ya işte bir bluescunun ismi vardı, ben dedim ki bu adamlar kim, derken araştırmalar başladı, ve bir günde Viyana’ya, Avusturya’ya tayin oldu babam, ben de Viyana’da bir Fransız okuluna girdim, o okula geldiğimde bir hafta sonu yağmurda gezinirken hiç unutmam, bir plakçının önünden geçiyoruz, bir parça duyuyorum, zınk diye girdim içeriye, dedim kim bu ya, kim bu, dediler Jimi Hendrix diye biri, yeni çıktı, kırkbeşlikleri ayda bir geliyor, haftaya burda olur, onun kırk beşliğini aldım dinledim ve baktım ki aslında o da şeyden etkilenmiş, bluesdan, araştırıyorum araştırıyorum, dedim tamam, benim olayım bu ama o kadar hala rock ile doluyum ki, uzun seneler tabii çok rock da sevdim yani, yalan yok yani Deep Puple severim, falanı severim ama hep böyle dibimde bir yerde bluescuları kıskanma vardı yani, nasıl anlatayım koskoca Clapton gidiyor, el böyle el pençe divan, adam uçakla geliyor orya, o müziği almak istiyor, ya dediğim bu işin olayı, bu adamların böyle olması, siyah olmalarının olayları nedir, bütün o araştırmalar başladı falan, tesadüf TRT’nin siyah beyaz olduğu dönemlerde Blues Kökler diye bir dizi vardı, siyahların esareti hakkında işte, baya etraflıca araştırmalar yaptım yani, dedim ki tamam bize de uyar, Türk milletine de uyar, bizde Aşık Veysel var.
The Jimi Hendrix Experience – All Along The Watchtower:
Aşık Veysel-Uzun İnce Bir Yoldayım:
Affetmeyensanat: Evet, tabiii…
Batu Mutlugil:Bluescu yani, bluesun dibi, Mahsuni Şerif var, bluesun dibi, yani bluesda ezgiye ezgi, çok, dolayısıyla dedim ki tamam benim müziğim bu, ben bunun arkasından gideceğim ama zaman içinde şeyi öğrendim yani adamın yaptığı parçayı imzasını taklit etmek gibi olur orijinal çalmak yani ben müzisyensem bunu unutmama gerekiyor zaten Batu Mutlugil’in sahneye dönmesinin nedeni parçayı yorumlama şeklinden, Beatles’tan çalıyorum mesela yavaş çalıyorum, bazen mesela o şey çok enteresan, bir parça var ismini söylemeyeyim, ben öyle yükselmeyi sevmeyen bir adamım mesela bir gün bir değiştirdiğim parçayı iki sene sonra bu iki sene boyunca parça bir yerde yok, ben bu parçayı iki sene sahnede çaldım, iki sene sonra o parçayı Joe Cocker söyledi, aynı değişik ritimle, ikimiz de aynı adamdan almışız parçayı, niye iki sene sonra yaptı bu parçayı, acaba diyorum bir şekilde bunlar duyuluyor yani…
Joe Cocker – My Fathers Son?
Affetmeyensanat: Tabii kiii…
Batu Mutlugil:Müzik her yerde duyuluyor…
Affetmeyensanat: Duyulmaz mıı?
Batu Mutlugil:Ya keşke yani bilsem bana dese ki yani Batu senden aldım bunu…
(Gülüşmeler…)
Batu Mutlugil: Ben bugüne kadar yaptığım bin üç yüz bestenin şeyini bile almıyorum yani, Özkan Uğur’la falan bizim bantlarımız vardı… Burayı kesersiniz…
(Gülüşmeler…)
Affetmeyensanat: Olur keseriz…
(Gülüşmeler…)
Batu Mutlugil: O dönemler yaktık o bantları zevk olsun diye, bir o kadar daha vardı içimizde, şimdi zorluyor arkadaşlar yap yap diye yani, çok önemli bir şey yani, Blues albümü yapsan çok daha fazla satar yani…
Affetmeyensanat: Dediğine benzer…
Batu Mutlugil:Ama ben çok mutlu olurum yani Cumhurbaşkanı bir blues albümü yaptı diye, bu kısımları kesersiniz artık…
……(Buraları biraz kestik…)
Affetmeyensanat: Dediğine çok güzel bir örnek var, Eagles’ın Hotel California’sı o da, dört yıl kadar önce denk geldi, Jethro Tull’ın bir şarkısını dinliyorum: We Used To Know şarkısını, Eagles’ın Hotel California’sındaki bütün armonik yapı tekrar ediyor orada…
Batu Mutlugil:Evet…
Affetmeyensanat: Biraz araştırdım, yabancı forumlarda dolaştım, Ian Anderson’a sormuşlar, senin şarkın Hotel California olmuş, ne düşünüyorsun diye, o da senin tavrın gibi çok “saygı” duyulacak bir davranışta bulunmuş, ve şöyle demiş: Ben olsam yapamazdım böyle bir şarkı, iyi ki almışlar ve Hotel California’yı yapmışlar demiş…
Batu Mutlugil:Aynen, içerim ben bu akşam ondan sonra Yüksek Sadakat ayrı, haydi yine gel içelim, yani bunlar oluyor…
Affetmeyensanat: Bu etkileşim, ilham alma…
Batu Mutlugil: Müzik artık öyle bir hale geldi ki neticede her erkek öpeceği kıza sen çok güzelsin diyor, sen çok güzelsin üzerine şey yapabilir misin, ama ben işte mesela mümkün olduğunda eski erkek arkadaşı gibi öpmemeye çalışıyorum o yüzden yorumlamak zorundayım(gülüyor), ben bir Time Out alıcam…
Affetmeyensanat: Tabii ki, elbette…
TIME OUT
Bu sırada Jethro Tull’dan bir şarkı dinlemenizi tavsiye ederiz.
Jethro Tull – We Used To Know:
Elif: Bebeğim, şarjı bitti bunun (aksiyon kamerayı gösteriyor)…
Affetmeyensanat: Tamam, takalım tekrar…
Fonda Jimmy Smith vari bir hammond org solosu tıngırdıyor…
Elif: Bak şey çekti fotoğrafları, gayet güzel çekiyor değil mi? (Elif telefonunu değiştirmişti o gün bu arada, maceralı bir akşam üzeri sonrası aldığı yeni telefonu ile çekilen fotoğrafları gösteriyor…)
Affetmeyensanat: Hımmm, şu fotoğraf harika görünüyor…
Affetmeyensanat: Nasıl bir his?
Batu Mutlugil gülüyor, alarm çalıyor…
Batu Mutlugil: Köpeklerimden birisi hasta da alarm kurmuştum o çalıyor, ilaç verilecek saati, ilacı veriliyordur şu an, teşekkür ederim (garsona teşekkür ediyor)…
(Fonda sürdinli bir trompet solosu…)
Affetmeyensanat: Soru üçe geçelim dilersen?
Batu Mutlugil: Okey…
TIME IN
Affetmeyensanat: 3. Rock her zaman bir müzikten çok şeyi, bir tavrı ifade etmiştir, günümüze baktığımızda ise tavırdan çok müzikal bir ayrışmayı görüyoruz sanki, çok fazla rock türü ve türlerinde alt türü var ama türlere ayrıldıkça sanki birçok şey eksilmeye başlıyor, sizce rock ne zaman tavırdı, ne zaman bu tavrını kaybetmeye başladı?
Batu Mutlugil: Şimdi bence rock her zaman vardı, bir kere blues başladığında rock oldu…
Affetmeyensanat: Hımm evet…
Batu Mutlugil:Bu benim şahsi görüşüm ama nasıl ki şimdi herkes merak ediyor işte canı sıkılan ayrıştırıyor bunları işte blues rock, progressive rock bilmem ne falan, ben olaya öyle bakmıyorum, insanın içinde hep şu vardır yani bir protest taraf, ve bu da bazı şeyler istenildiği gibi gitmediği zaman ayağa kalkar, adam gibi bir adamsa, en olmaması gereken şeyler oluştuğunda bu his ayağa kalkar, burada nedenini sorarsın, bilmek istersin neden böyle olduğunu, olmasını istemiyorsan da buna karşı ne yapabilirim diye düşünürsün, tek başına yapabileceğin bir şey değilse yanında bir kitle toplamaya çalışırsın, o kitleye de bir mesaj vermek zorundasın, o mesajın arkasında o insanlar toplandığında bir eyleme geçilmesi gerekir bir eylem pasifist mi yoksa saldırgan mı olacak buna karar verilmesi gerekir falan, yani ben olaya şeyden bakıyorum, bir kere bir yerde bir röportajda şöyle bir şey söylemiştim, rock benim için bir tarzdır, müzik tarzı olarak görmüyorum rockı…
Affetmeyensanat: Hımm, evet…
Batu Mutlugil: Bence rock bir hayat şekli, bir yaşam şekli yani ya rocksındır ya değilsindir, mesele şu, rock kelimesi kaya değil mi, hayata kaya gibi durabilmek, yani hayata kaya gibi durabileceksin mesele bu, yani bir aşk bitti mi o bitişi kabulleneceksin, sevgin var mı, sevgin senin için mi, yoksa sevgi senin için o zaman bu mu, egoizm mi yoksa, evet yani seni bırakan kadın ünlü olup da çok mutluysa ve sen o kadını seviyorsan niye hala sen mutlu değilsin falan, anlatabiliyor muyum, bunları ama bu kadar da fazla, tek gelip tek gideceğini bilerek bu kadar fazla, nasıl diyeyim, kendine zafiyet vermeye ihtiyaç yok, sert kalabilmen gerekiyor, duygusuz demiyorum bak…
Affetmeyensanat: Burada şeyi hatırlıyorum, Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı’nda çekiçle felsefe yaptığı kısımları, o da bu olguyu güzel analiz ediyor, sana da çok yakın…
Batu Mutlugil: Evet, yani bu taş dediğin olayda ne kadar sert olursan ol, taşın bir güzelliği de vardır insana duygu verir, ama benim için rock bir yaşam tarzıdır, anlatabiliyor muyum, saçla, bıyıkla sakalla falan hiçbir önemi yok, yani ben neden uzatıyorum, küçüklüğümden beri bir hastalıktır bu bende, bütün resimlerim, çocukken de elimde mandolin, saçlar buraya kadar falan bilmem ne, ben hiç kestirmek istemedim hep savaştım yani, beni bağlayıp zorla götürürlerdi berbere altı yedi yaşlarında, berberi tehdit ederdim camlarını sapanla indiricem, kesme falan derdim kesmezdi yani, ve baya bir şey vardı istemeyeceğim şeyi yapmayacağım, (biraz düşünür) askerde buna tabii boyun eğdik yani, her zaman bir anti-militarist olarak yaptım yani, dediğim gibi sırf birine haksızlık etmemekti, yoksa pek öyle merakım yok elimde silah falan, hiç anlamam böyle işlerden, yani tabii ki hayat bazen insanın şartlarını değiştiriyor ama iş hayatımda bile çok şeyden uzak durdum yani ama şurayı atlamayayım, çaresiz kaldığım zamanlarda şiddete karşı duyduğum nefretten dolayı şiddet kullandım mı kullandım yani…
Affetmeyensanat: Örnek vermek ister misin?
Batu Mutlugil: O şey var ya hani, göze göz, dişe diş, çünkü aklından silemeyeceğin bir şeyi o şekilde yatıştıramazsın, bu insan tabiatına aykırı, yapılan bir haksızlığı unutabilir misin?
Affetmeyensanat: Elbette unutamazsın…
Batu Mutlugil: Mümkün değil…
Affetmeyensanat: İnsanlar iyi şeylerden çok kötü şeyleri daha fazla hatırlamıyor mu zaten…
Batu Mutlugil: Yani şey kısmı, öbüründen ayrılıyor da kaybediyor falan kaybetmeye biraz daha nihilist, gayet normal, yaşam değişiyor, o dönemde motorcu olayı vardı, onlar daha çok hard-rockı temsil ederlerdi benim kafamda, ki ben de çok severim, senelerce “ride” yaptım yani, ama böyle fazla çeteleşme olduğu zaman onları şey buluyorum, şekilciliği pek fazla sevmeyen biriyim, şeye benzetiyorum onları, hepsi aynı ceket aynı kravat yani, komik buluyorum onları, Stones hiç öyle değildi mesela, bilmiyorum, rock benim için o yani, müzik olarak bakmıyorum, dediğim gibi, Bob Dylan, rockçı, daha ne olsun, tek gitar, mıy mıy mıy söylüyor işte…
Affetmeyensanat: Ama neler söylüyor…
Batu Mutlugil: Evet, bu çok önemli…
Affetmeyensanat: Diğer soru…
Affetmeyensanat: 4.Led Zeppelin (biraz ilham veren bir sessizlik) ile sahne almış olsaydınız…
Batu Mutlugil:Evveet (düşünüyor)…
Affetmeyensanat: çalmak isteyeceğiniz şarkıları neler olurdu, neler hissederdin?
Batu Mutlugil:Direkt direkt iki parça, Since I’ve Been Loving You…
Since I’ve Been Lovin’ You – Led Zeppelin:
Affetmeyensanat: Led Zeppelin fanı olarak benim de en sevdiklerimden…
Batu Mutlugil: Bir de, Baby I’m Gonne Leave You…
Led Zeppein- Babe im gonna leave you:
Affetmeyensanat: İkisini de öyle severim ki…
Batu Mutlugil: İkisi de blues ve inanılmaz blueslar, Jimmy Page zaten müthiş bir adam, gerçekten gitarı çok iyi bilen bir adam, ve kendi çaldığına bütün gurubun olayından bile çok daha fazla konsantre olan bir adam, hala da çalıyor ilerlemiş yaşına rağmen…
Affetmeyensanat: Yolların nerelerde…
Batu Mutlugil: Efendim?
Affetmeyensanat: Yolların nerelerde kesişti Led Zeppelin ile?
Batu Mutlugil: Benim yolum mu?
Affetmeyensanat: Az önce Jimi Hendrix ile tanışmandan bahsetmiştin, onun gibi…
Batu Mutlugil: Bizi zamanımızda şey zordu, internet olmadığı için o albümlerin Türkiye’ye gelişi çok geç oluyordu, o yüzden ben çok sık, babam tayin oluyor, yurtdışına gidiyorum falan, ilk Led Zeppelin’i ben bir parça duydum ve bir ara Uriah Heep falan dinlemiştim, şeyi beni çok etkilemişti o parça, July Morning…
Uriah Heep – July Morning:
Affetmeyensanat: Aa July Morning evet…
(Affetmeyensanat olarak bizim en sevdiğimiz Uriah Heep şarkısı ise sanırız: Sympathy…)
Uriah Heep – Sympathy 1977:
Batu Mutlugil: Ben baladları çok seven bir adamım, nedense bilmiyorum, bu tarz yavaş parçaları, belki Bob Dylan’a inanılmaz saygımdan ve sevgimden dolayı, o ilk şarkıyı duyduğumda acaba şey mi çıkartıyor Uriah Heep falan mı, dediler Led Zeppelin falan, Jimmy Page’i duydum anladım, çünkü Jimmy Page’i ilk ben şeyden tanıyorum John Mayall The Bluesbreaker döneminden, onlar benim sürekli takip ettiğim adamlardı, hiçbir konserini kaçırmadım, Paris’teyken mesela mutlaka atlar giderdim, orada müthiş yerler vardı, her hafta sonu oralarda olurdum, Ahmet diye bir arkadaşım beni alır götürürdü, Cuma cumartesi, sürekli konserler verilirdi mesela, Stones’u da orada, Deep Purple’ı da orada seyrettim, hatta ilk aşk zamanı falan yani, mesela Ian Anderson bana şeyde kısmet oldu, Jethro Tull Hamburg’da, hatta çok enteresan ben de gitmek istiyordum ama param yoktu, beraber olduğum bir kız vardı sonradan eşim oldu, o yüzüğünü sattı, yolda böyle, yol üstünde, bilet aldı falan , anca bir kişi alabildim dedi, hiç utanmadan gitmiştim konserlerine çünkü çok merak ediyordum herifleri ve hakikaten müthiş akılı bir adam Ian Anderson, müthiş bir şovmen, güzel de flüt çalan bir adam, ve harika şarkı söyleyen birisi…
Jethro Tull – Thick as a Brick:
Affetmeyensanat: Sene kaçtı?
Batu Mutlugil: Ovv, bu çok çok zor yani, inan senesini net söyleyemem, ayıp olur (gülüşmeler)…
Affetmeyensanat: 5.Blues başlangıta yerel bir “kültürdü” ve anadili İngilizceydi, bugün ise bu ana dili konuşan ama kültürüne aşina olmayan birçok blues grubu olduğu gibi hem dili konuşan hem de kültürüne hakim bir çok grup var, son dönem blues ekiplerinden ad vermeniz gerekse iki kulvarda sıralayacağınız gruplar-müzisyenler kimler olurdu?
Batu Mutlugil: Blues kültürü olmadığı halde blues yapan mı?
Affetmeyensanat: Kültürüne hakim olmayıp sadece müzikal formunu kullanan…
Batu Mutlugil: Onu sana şöyle söyleyebilirim, Türkiye’de yeni bir-iki grup adı söylerim ama onların adını dahi hatırlayamam çünkü benim mesela bütün repertuarımı çalan yeni bir grup var adını söylemek istemiyorum, çok seviyorum o da ayrı konu, diyorum ne olur benim repertuvarımı alma, bir işine yaramayacak çünkü, sizin tarzınız değil, onu anlatamıyorsun ama yurtdışında böyle bir şey yok yani o mesela Zucchero diye bir İtalyan herif var.
Affetmeyensanat: Evvet Zucchero…
Batu Mutlugil: Müthiş blues söylüyor herif…
Affetmeyensanat: John Lee Hooker’ın parçalarını da çalan…
Batu Mutlugil: Evet, bir tane Hollandalı bir herif var, Bu Bensonhurts Blues’u söyleyen, müthiş bir herif ama onlar kültürüne hakim…
Affetmeyensanat: Oscar Benton… Hakim gerçekten…
JOHN LEE HOOKER feat ZUCCHERO:
Batu Mutlugil: Hakim, adamın evine gitsen, inanılmaz bir blues arşivi bulursun ama hep plak olarak, hem kitap olarak hem de film olarak yani, ona hakim olmadan blues olmuyor, ha diyeceksin bak istisna var mı var, Aşık Veysel…
Affetmeyensanat: Elbette…
Batu Mutlugil: Tekrar geliyorum oraya, yani aslında olay şu tabii, o anlamda her ülkenin var Aşık Veysel’i, kendine göre bir şeyler var yani, mesela diyeceksin ki blues kalıbı var mı Aşık Veysel’de, hayır, ama bluesun bir olayı var, bir söylemi var, ondan sonra bir anlatım var, arkasından da bir sonuca bağlıyor, bak dikkat ettiysen uzun ince bir yoldayım, hikaye ne, başlangıcı, gazetecilikte de bu var mesela çok enteresan, bir üçgen vardır, işte subject anlatır…
Affetmeyensanat: Roman tekniğindeki giriş-gelişme bölümleri gibi…
Batu Mutlugil: Böyle baktığın zaman ve mümkün olduğu kadar daha yalın basit melodiler çok karmaşık olmayan ritimler falan, bluesa daha yakın, biz bugün, ben Aşık Veysel’i şey olarak görüyorum, Türkiye’de onu seven adam bluesu da dinler demek istiyorum, ama gerçekten blues kalıbı ile mi çalıyor, dünyadaki bluescular listesine girer mi hayır, çünkü muhtemelen eğer daha uzun yaşasaydı ve bu dönemde olsaydı Aşık Veysel onun Blind Lemmon’dan haber olurdu ama o kerizlerin hala kimseden haberi olmaz yani. Kerim Çaplı’dan bihaber ama ne var ki Hendrix’i bile yuhalayan Monkeys’i sırtına alan bir halk bilmiyor ki Monkeys’in koca bir albümünü tek başına bir stüdyoda yapabiliyor yani, öyle, ama bunun da bir önemi yok yani, aslında aramızda konuşulan şeyler yani, başka meraklı varsa sen yazarsan okuyacaklar, ne olmuş ne yapalım gidip dövelim mi, yo hayır…
Affetmeyensanat: O isyan dalgasına engel olunamıyor yine de…
Batu Mutlugil: Öyle, bu fırsatlarla o anlatımlar olacak yani, şimdi şurda bir Jimmy Page olsa sana neler söyleyecek, onların da tabii kendi içlerinde şeyleri var yani, Hamburg’da Scorpions, Michael Schenker benim çok yakın dostum, sessionlarımız var bilmemnelerimiz var, onların ne kadar büyük zorluklardan geldiğini ben orada birebir gördüm yani, şeyde öyle mesela, Metallica, herifler süründüler yani süründüler.
Scorpions – Still Loving You:
Affetmeyensanat: Fade to Black’in sözlerine ve şarkının oluşum koşullarına baktığımızda zaten…
Batu Mutlugil: Onlar zavallılar onlar kendi ülkelerinde bir de olmaması gereken bir müziğin arkasında koştular, sonra da başardılar, daha doğrusu kapitalizm şeye çok yardım etti, (biraz düşünüyor) metale, hala da kapitalizm en yüksek seviyede death metale yardım ediyor yani, o kadar varlıklı ülkelerin içinde yaşıyor death metal.
Affetmeyensanat: Onu nelere bağlarsın başka?
Batu Mutlugil: Hindistan’da bana göstersen death metal dinleyen, adamlar aç, maymunların elinden yemek kapmak zorundalar, ama İsveç Norveç özellikle, Vikinglerin ülkesi, devlet diyor ki al, ben bir işe yaramıyorum sinirlenip iki defa duvara vuruyorsun o da böyle ses duyuyor, pehhheeehev peheeehevv, bak diyor melodisi bu, şimdi onların yanına gidip de, Frank Sinatra’dan mooooon, falan dersen herif cin çarpmışa falan döner, bu arada çok severim Frank Sinatra’yı, ben bluesu sevdikten sonra jazzı sevdim ama klasik, çok kendimi utandırmak istiyorum, ben Miles Davis’i sevmem, takdir ederim, ama bana oturup on beş dakika Miles Davis dinletemezsin, trompeti duyduğu zaman sanki filler fala üzerime gelecek gibi hissediyorum pupupuuuuv, eyvah geliyorlar, çok aslında çirkin bir laf ama ben buyum, onun yerine mesela Louis Armstrong’u saatlerce yığılıp dinlerim mesela, Miles Davis nedir genius, nedir bravo afferin…
Affetmeyensanat: Senin ses tonun, konuşma üslubun da Armstrong’a yakın…
Batu Mutlugil: Aa yani, aslında ben gitar sesini veriyorum yani, o trompeti sesi veren bir adam yani, Frank Sinatra dedim, çok çok enteresan, onlarım müziğinde ses bir enstrüman olarak geçiyor, Lois Armstrong bu işi en “top” olanı yani, ama o dönem çıkan şeyler var böyle, o zamanki “bigband”lerde acayip sesler yapanlar var, bruubruuuubuum, onlar da öyle şarkı söylerdi, müzik bir alem olay, iyi ki var yani, müziksiz ne yapardım diye düşünüyorum, bulamıyorum, bir de sigarasız.
Affetmeyensanat: 6.Sanat…
Batu Mutlugil: Ne zaman deliririz falan ( gülüşmeler)…
Affetmeyensanat: Sanat sizce açık bir kavram mıdır, günlük hayatta karşına çıkan ve şu sanat değildir diyebileceğin sanat olmayan şeyler neler olabilir?
Batu Mutlugil: Sanat olmayan şeyler…
Affetmeyensanat: Bu da “sanat” olmasın artık diyebileceğin?
Batu Mutlugil: Bak ben resim yapıyorum, hiçbir zaman resmimin nasıl iyi midir kötü müdür bunu hiç şey yapmadım, yağlı boya olsun, sulu boya olsun ama mesela sanat eserlerine bakıyorsun bunları kim yaptı falan diyorsun, oğlum orada sanat yok, ben boğa burcu bir adamım, yükselenim de boğa, master of nothing, hiçbir şeylerin efendisi olmadım, olamıyorum yani, gitarımı da ele alır bak bu söylediklerim, ama her şey elimden gelir yani, bakıyorum ve orada sanat yok diyorum hakikaten yok yani, Picasso’da sanat var, bana illa neresinde var diye sorarsan, işte onu bilemem…
Affetmeyensanat: O ayrımı nasıl yapıyorsun, bu sanattır bu sanat değildir derken?
Batu Mutlugil: Sana şöyle bir soru sorayım ki bunu sana daha rahat cevaplayayım, ben sana bir soru sorayım.
Affetmeyensanat: Hı hım…
Batu Mutlugil: On Altıncı Luis’den kalma bir antika koltuğun fiyatı üç buçuk milyon dolar, bunu sana beş yüz dolara verseler hiç satmama şartıyla, son paran olsa alır mıydın?
Affetmeyensanat: Satmamak şartıyla?
Batu Mutlugil: Satmamak şartıyla evet, senin için hiçbir maddi değeri olmayacak, alır mıydın manevi bir değer olarak, On Altıncı Luis’in, bu arada şeyi de biliyorsun ama, on altıncı Luis kimdir, Fransızları aç bırakmıştır, aptal karısı gidin pasta yiyin demiştir falan, bunları geçiyoruz, alır mıydın böyle bir şeyi, değer verir miydin? İşlemeler falan…
Affetmeyensanat: Zor bir soru, işlemeler falan ama almazdım herhalde…
Batu Mutlugil: Almazdın, kendine yakışır mıydı bu, bir arkadaşın bakıyor, bu ne, bit pazarından mı aldın bunu yani, altı buçuk milyon dolar diyorsun mesela, hadi, ben biraz, sanatı ben ne anlamda seviyorum biliyor musun, mum ışık her şeyi meydana getiren her şey sanat, şunun şeklini çizen de sanatçı benim için…
Affetmeyensanat: O zaman her şey sanat gibi bir durum ortaya çıkıyor…
Batu Mutlugil: Yaşam sanat zaten…
Affetmeyensanat: Yaşam sanata geliyor…
Batu Mutlugil: Yaşam sanat…
Affetmeyensanat: Ama bir taraftan da az önce şey demiştin, benim yaptıklarım sanat değil demiştin?
Batu Mutlugil: Şöyle, (bir süre düşünür), o deminki sorun anlamında sanat değil, şimdi bugün şeye gittim, Anadolu Jette uçarken şeyi gördüm, OMM…
Affetmeyensanat: Odunpazarı’ndaki…
Batu Mutlugil: Ben dedim gidicem oraya bugün, sonra gittik oraya, tek görmek istediğim neydi biliyor musun, o bambudan yapılan, Japon herifin yaptığı olayı yerinde görmek, müthiş bir olay, müthiş bir olay benim için, sanat, değil de marangoz Nuri yapmış onu, bana ne, çok hoşuma gitti yani, bak ben sana bir şey söyleyeyim mi, bilmiyorum benim gibi sever misin taşı, tahtayı, toprağı falan…
Affetmeyensanat: Evet severim…
Batu Mutlugil: Bir taş parçası aldığın zaman onu her şekilde döndürerek bir şekil görürsün, bunun üzerinde kim bilir kaç tane alüvyona girmiştir o, kaç fırtına geçirmiştir, nasıl kırılmıştır, kim bilir kimin kafasını yarmıştır, kaç köpek onu kemirmiştir, içinde kaç kurt yaşamıştır, kendine yer bulmuştur falan, aslında büyük olaylar, bir emek var orada…
Affetmeyensanat: Belki de uygun şartlar bir araya gelse insanın…
Batu Mutlugil: Sahibi yok ama, bak sana ne diyorum, emeklerin sahiplerini ayıramazsın, içine giren kurda naber Abdullah diyemezsin, ya da tebrik ederim çok güzel delik açmışsın falan, onun güzelliği belki orada, o açıdan, oraya bir taç yaptı, yani şimdi neticede ben de bu gezegende yaşıyorum yani çok güzel miyim diyene çok güzelsin de denebilir yalan söyleme sanatında ama çok akıllıysa mesela güzellik nedir ne değildir diye başlarım yani, o yalanı söyletmem kendime, yani ne önemi var herkesin bir sağlam tarafı vardır diye yoksa hepimiz aynı kadına adama sarılırdık yani, olmaz ki bu, değil mi?
Affetmeyensanat: O zaman buradan da şu çıkıyor, her şey sanat değil aslında çünkü her şey güzel değil…
Batu Mutlugil: Yo, sanatın güzel olması şart değil ki.
Affetmeyensanat: Değil, bu güzel…
Batu Mutlugil: Yani bence belirli nedenlerle belirli duygularla meydana getirilmiş bir şey sanattır.
Affetmeyensanat: Duygu olması gerek insan emeği olması gerek?
Batu Mutlugil: Duygu olacak…
Affetmeyensanat: İnsan emeği olacak?
Batu Mutlugil: Neden zaten, duygu olacak yani, insan yaparsa duygu olacak, tabiattaki o duyguyu ölçemezsin sen, yani bu rüzgarın duygusu var mı yok mu…
Affetmeyensanat: Bir de şu var…
Batu Mutlugil: Hayır dediğin an ispatla falan dese çocuğun biri yandın yani…
Affetmeyensanat: Resimle uğraşıyorum demiştin…
Batu Mutlugil: Resim, heykel…
Affetmeyensanat: Heykel?
Batu Mutlugil: Marangozculuk (gülüyor), seviyorum…
Affetmeyensanat: Bir de tuvalde sadece geometrik şekiller, kare üçgen gibi unsurların olduğu tablolar var ve Maleviç’in karesinden sonra çoğu sanat eseri olarak görünüyor, onlarda ise duygu yok…
Batu Mutlugil: O konularda(bir süre düşünür), şunu inkar edemem, dört beş tane yapılmış hiç anlamayan anlayan maymun tarafından yapılmış eserleri önüme koy, ben beğendiğime parmağımı uzatırım, yok ya, yan tarafta Picasso varken gittin maymunu seçtin, ee, ne oldu, bir şeyim mi eksildi, maymuna bir duyum mu eklendi, ne oldu yani, Picasso ağlıyor mu, bir karış toprağın altında onun umurunda değil, sen yoksan dünya yok, bunun aksini söyleyebilir misin?
Affetmeyensanat: Bilinç açısından duruma bakarsak…
Batu Mutlugil: Sen yoksan dünya yok…
Elif: Ben varsam dünya var olur, diğer çevrilmişi…
Batu Mutlugil: Tabii ki, ben geldiğimde dünya vardı, ben gittiğim zaman dünya yok, sen kalıyorsan senin için var, gittiğin zaman senin için yok, o da gittiği zaman…
Affetmeyensanat: Biz doğmadan önce de bir “yokluk”tuk zaten…
Batu Mutlugil: Yani ben biraz şey şaman büyüdüm, bir şeye inanıyorum, bir güce inanıyorum, ama bu din gibi değil yani, olay ne biliyor musun, judo, do yol demek, din, bir şey fark etmiyor, bir disiplin, din kelimesi İbranice yol demek zaten, Arapçadaki din kelimesi de aslında İbraniceden, yol, yani sen saçını böyle yapıyorsun, şapkanı böyle koyuyorsun, kendine böyle iyiyim diyorsun, bu, ben de etrafında bir etki yaratmak istiyorsam, sen buna böyle inanıyorsan paylaşırsın, niyetin beğenmek beğendirmekse mesela, beğenen de çıkıyor beğenmeyen de çıkıyor, adam o yoldan gidiyor abi, bırak gitsin işte yani, bir seferinde camiye gitmiştim ayakkabılarımı çalmışlardı, imamı dövecektim, o zamanlar bir şeyler görünmüş biliyor musun, artık kim geldi kim gitti bilemezsin, zaten kul hakkı yememek, buna çok önem veririm, hiçbir inancın da buna karşı olacağını sanmam, askere bile bu yüzden gittim zaten, insan olmak aslında bütün dinlerin hepsinde dine inanmadıkları için kızıyorlar, ya sana ne, ben çalmıyorum, ırza geçmiyorum…
Affetmeyensanat: On emirin hepsini zaten yapıyorsun…
Batu Mutlugil: Doğru cehennem de cennet yani, bak mesela sanat olmayan bir şey şu karşıdaki Atatürk resmini etrafındaki o bir sürü ışık, o emek işte mesela, beğenmediğimiz şeylere sanat değil diyoruz genelde…
Affetmeyensanat: Burada çok ilginç bir örnek var, İtalyan yönetmen Antonioni…
Batu Mutlugil: Oo bayılırım…
Antonioni’s Blow-Up, Yardbirds scene:
Affetmeyensanat: O sahneyi hatırlarsınız o zaman Blow-up daki sahne, bir barın alt katında bir konser var, rock solisti gitarını kırıp seyircilere atıyor, gitar artık orada bir cazibe merkezi, herkes gitarı kapmak için uğraşıyor, gitarı alan bardan dışarıya çıkıyor, kırık gitara bir ana bakıp yere atıyor, artık gerçek hayat ile karşılaştı ya; kimse aşağıdaki sanat olgusunu yüklemiyor ona, sonra yerdeki gitarı yoldan geçen birisi alıyor o da bir an gitar parçasına bakıp yere atıyor…
Batu Mutlugil: Andy Warhol mesela, çok enteresan bir adam, bir kere konuşmak isterdim herifle, gerçekten sen insanlarla dalga geçmek için mi yaratıldın diye, yani herifin sanatla ilgisi sıfır…
Affetmeyensanat: Röportaj dahi vermiyor, konuşmuyor…
Batu Mutlugil: Bence insanların bu kadar salak olmasını, acayip bir herif bunla kafa buluyor, kimisi içer falan bu herif bundan kafa buluyor, yani abi olaya bak yani…
Affetmeyensanat: Bak bisküvi kutusu yaptık… Baudrillard, Sanatın Komplosu’nde çok güzel analiz ediyor bu durumu, gazeteciler gelmiş röportaj yapacaklar, Andy Warholl adeta Türkçe deyişle hayırdır niye geldiniz, ne vardı, diyen bir yüz ifadesi ile bakıyor diyor, ama onun yüzündeki o ifadesizlik gazetecilerde ve tolumda bir çok ifadeye yol açıyor oysa adam aslında tamamen ifadesiz.
Batu Mutlugil: Demin sen de dedin ya, rockın alt türleri, işte bunu da böyle incelticen ki o da bir şey yapmış oluyor yani, anladın mı, kaç kişinin aklında kalır, bir tane geri zekalı çıkıp şey yazmış ya, hard rock dinleyenler genelde IQ’leri daha düşük insanlar, jazz dinleyenlerin IQ’leri daha yüksek.
(Biraz sessizlik…)
Affetmeyensanat: Makaslayabiliriz, söyle istersen…
(Gülüşmeler…)
Affetmeyensanat: Az önce sen bana sormuştun, tam onunla ilgili bir soru vardı…
Batu Mutlugil: Okey, onu da yapalım.
Affetmeyensanat: Elinde ünlü sahteci Wolfgang Beltracchi’nin yaptığı sahte bir Picasso tablosu var, sahte olduğunu bildiğin ama kimsenin sahte oluşunu tespit edemeyeceği bir tablo bu, bir müzayede de tablonun ön satışı yapılıyor ve bir milyon dolara satılıyor, sana sahte tabloyu tek bir şartla veren Beltrachi’nin ise şartı şu: tablo satılırsa tüm gelirini; tek bir kuruşuna dahi dokunmadan Afrika yararına çalışan bir vakfa bağışlamak, iki seçenekten birini seçmek zorundasın, ya gerçek yaşamdaki aşırı gerçek bir şeyi değiştirmek ya da kültürel yaşamdaki estetik bir değeri değiştirmek, seçiminiz ne olur, neden?
Batu Mutlugil: Üçüncü alternatifi, saçma gelecek sana ama böyle bir şart böyle bir zorunluluk hissetmem bunlardan birine karar vereyim diye, üçüncü şeyin…
Affetmeyensanat: Ne yaparsın o zaman?
Batu Mutlugil: No comment (gülüyor), yani oturur gülerim yani bu olaya, yıkılır gülerim yani bu olaya…
Affetmeyensanat: Ve satılıyor ama tablo…
Batu Mutlugil: Evet satılır, neticede satılır yani, fiyat önemlidir…
Affetmeyensanat: Bağışlamaz mısın?
Batu Mutlugil: Bağışlarım muhtemelen ya, olaya girmem bir kere, bağışlatmasını tavsiye ederim…
Affetmeyensanat: Bu sefer de sanat tarihini değiştirmiş olacaksın sahte bir tablo gerçek diye sürülmüş olacak?
Batu Mutlugil: Şahane, müthiş, keşke on altıncı Luis’den binlerce aptal zenginin paralarını alıp fukaralara gitse, bana bu soruların daha değişiklerini sordukları zaman elektrikle cevap veriyorum, zzzzz falan (gülüşmeler), yani atmış yedi yaşında böyle dinçsem bunların nedenleri var, elektrik enerjim sağlam yani, teşekkür ederim…
Affetmeyensanat: Son sorudan bir önceki soru, müzikte mekan çok önemli, daha çok yaşanan şehirler çok önemli, senin ben burada olmalıyım dediğin şehirler, mahalleler, sokaklar nerelerdi?
Batu Mutlugil: Nerede olmak ister miydin?
Affetmeyensanat: Yok bugüne kadar iyi ki burada yaşamışım dediğin yerler nerelerdi?
Batu Mutlugil: Karaköy, Ethem Efendi caddesi, rahmetli dedemin köşkü ve onun bahçesi, yıllar sonra hayatta tek isteğim şuydu, oranın yıkılacağını yıkılması gerektiğini ailenin faydası için, çünkü Cem Karaca’nın dediği gibi duvardaki çorapların sahibi geldi ama başka türlü geldi sahipleri, onlar geldikten sonra şunu ben gördüm, kültürleri ekonomilerini aşmış aileler yok olacaktır, kültürü ekonomisini aşan hiç kimse ayakta kalamaz, benim köşküm var ama onun bakımına boyasına harcayacağın para yetiştiremezsin onu, dolayısıyla ekonomini aşmışsa duramıyorsun, yazarların çoğunda da böyle evi çöker ama o hala yazar…
Affetmeyensanat: Evet, doğru…
Batu Mutlugil: Alkışlamak mı lazım aptal mı demek lazım ben onu insanlara bırakıyorum, yazdığını okumasam dahi takdir ederim yani, en azından kafayı bir şeye takmış, ama Nalan’ı sevmiş Nalan onu bırakmış o yüzden, yazıyor, önemsemem dahi, tabii ki bir tanesini sever bağlanırsın inanılmaz güzel bir duygu, ararsın hakikaten onu, ben de o dönemleri yaşadım bazen hala yaşıyorum, bin tane yıldız var, hangisi o, diyorsun sonra gözün şaşırıyor, sonra hatırlıyorsun aslında onu görüyorsun ama o yüzyıllar önce bitmiş…
Affetmeyensanat: Doğru ışığı anca bize ulaşıyor…
Batu Mutlugil: Aslında bütün olay ne biliyor musun, her şey insanın mutluluğu arayışı, bizim tek aradığımız şey hayatta mutluluktur, komik olan da aradığımız dozu bilmediğimiz için, tespit de edemediğimiz için sürekli onu arama yolunda harcadığımız enerji ve zamandan mutsuz oluyoruz yani aslında Fransızca da, bak Fransızca müthiş bir lisan, Fransızca da bir laf vardır tamam mı, la fuite en avant, ne biliyor musun, mal on öne doğru demek, la fuite kaçış demek, öne doğru kaçış yani, düşünsene, ya tüylerim ürperdi düşündüğüm zaman, dağıldım yani ve komik bir şey, bunu yazan herifi hatırlamıyorum, çok sevdiğim bir arkadaşım vardı bir tek o herifle onları konuşuyorduk, mahalleden de arkadaşımdı Ahmet Soysal, hayatta en korktuğu şey yanarak ölmekti, yüzüne çok değer veriyordu ve yanarak öldü herif, ilk önce yüzü yandı falan filan, çok çok sevdiğim bir insandı yani, gerçekten la fuite en avant, bütün bizim yaptığımız hayatta bu, kaçtığın şeye doğru koşmak falan gibi bir olay, işte la fuite en avant, aklında olsun yani, bulursun…
Affetmeyensanat: Unutmam zaten bunu…
Batu Mutlugil: Kimse, o herifin yazdıklarını da oku, ben hatırlamıyorum la fuite en avant, gerçekten kim yani, beni çünkü öyle bir etkiledi ki, dolayısıyla bu…
Affetmeyensanat: Fransızcasını yazar mısın?
Batu Mutlugil: Tabii…
Bilgisayarı önüne doğru itiyorum…
Batu Mutlugil: Nerde, hı okey.
Tık tı tııı tıı tıık tıı tııı tıı…
Affetmeyensanat: Tamam yukarıya alırım ben onu şimdi…
Batu Mutlugil: La fuite bir t olacak onun sonunda…
Affetmeyensanat: Ve son soru: Yeni hedefler projeler ve tarihler neler?
Batu Mutlugil: Mutluluk üzerine…
Biraz sessizlik…
Affetmeyensanat: Dinamit gibisin şu an… Çok proje vardır?
Batu Mutlugil: Gitar çalmaya devam etmek, yaşlandıkça gençleşiyorum, önümüzdeki sene şey istiyorum sağlığım sesim falan el verirse, üç paket sigarayla duruyorum, bakıcaz yani, biraz soul söylemek istiyorum, böyle iki üç tane Mickey Mouse istiyorum yani, heeeee huuu desinler…
(Gülüşmeler)
Batu Mutlugil: Biraz zevk alayım yani, tabii ekstradan da dünya standartları güzelliği de olursa tadına doyamam.
Affetmeyensanat: Hımm harika görünüyor…
Batu Mutlugil: Müthiş bir şey yani…
Affetmeyensanat: Önümüzdeki sene mi?
Batu Mutlugil: Yani önümüzdeki bahara yetişirse, ya şey biraz zor tabii, aslında ses de o kadar önemli değil o istek önemli, neden diye biraz, mesela bir işi olur daha çok yapacakken şimdi para diyecek bu işe anladın mı demek istediğimi, sesi bir şekilde toparlanmış olanları Unkapanı bırakmıyor açlıkta, tabii H. C.’lerden falan bahsetmiyorum onlar apayrı olaylar, onlardan çok daha ağır sanatlar var yani.
(Gülüşmeler)
Sonra buraya aktaramayacağımız bazı konulardan bahsediyoruz, bu konuların kimisi Batuhan’a, kimisi bondage giyime dair, en sonunda da gece-hatta birazdan- Batu abinin sahnesi olacağını düşünerek röportajın sonunu getirmeye çalışıyor ve şöyle diyoruz:
Röportajımız şimdilik burada sona erdi.
Fotoğraflar: Elif Ataman (Sanat Yönetmeni), Punk Abi Oktay
Katkılarından dolayı F.stop’a teşekkür ederiz.
“Mavi: Blues’un Türkçesi ve Yavuz Çetin” adlı kitabımız ise yakında. Kitabın ilk bölümlerine sitelerimizden erişebilirsiniz.