Bütünlük ile Sonsuzluk; İşte Oradayım Dediğimde Olduğum ve Olmadığım Yer, Varlık ve Anlam Üzerine | Mellini

Bütünlük ile sonsuzluğu birlikte; varlık ve anlamı da “yan yana ama ayrı” düşünürsek nereye varırız?

Badiou bize yol gösterebilir mi? Badiou Kant konusunda tutarsız görünüyor, Kant’ı sonluluğun filozofu olarak görüyor kimi yerlerde, bunun nedenlerini sorgulamak gerek, gerçekten öyle mi?

(Önce bilinçakışı sorgulamalarımıza geçelim. )

BÜTÜNLÜK VE SONSUZLUK ÜZERİNE: Parktaki diz hizama gelen su yeşili boyalı aydınlatma direği, ona bakıyorum şu an, şu an ona baktığım önemli çünkü sonsuza kadar oradaymış gibi görünüyor, o bir bütün mü, boyası yağmurdan solmuş, buna rağmen boyası ile demir direk iki ayrı bütün değil, ikisini de tek bir bütün olarak görüyorum, boyası soldu çünkü kendi başına değildi, o demirin bütünlüğü içinde bir bütündü, o halde bütün demek sonlu olmak mı demek, başta da dediğim üzere neden sonlu-sonsuz olgusunu dahil ettim o direğe, o aydınlatma direği şu an sonsuza kadar var, peki gelecekte de var olacak mı, ama bunu dil ile sormam anlamlı mı, gelecekte de sonsuzluk var olacak, diye sormaya benzemiyor mu, şimdinin sonsuzu şimdide olmam, bir bütün olarak sonsuzdayım… Sınır kelimesini dilimden alıyor ve onu ağaç-ızgara-çimen-tencere gibi kelimelerin yanına öylesine bırakıyorum, nedensiz gibi görünen bir biçimde yığılmışlar üst üste, dilimde sınır yok şimdi, aydınlatma direğinin sınırı var mıdır, diye düşünmediğimi fark ediyorum, çünkü var olan şey bütün olarak olduğuyla orada var, dış hatlarını belirleyen şeye ağaç desem sınırın adı şimdi ağaç olacak, dil oyunu yapmadan öze gelirsem: dilim ad verirken zaten bir sınır veriyor, sınır kelimesinin sınırı ise zaten bir ad olmasında gizli, o nedenle her sınır bir sınırsızlığı içerir, sınıra vardıkça dilsiz biçimde kalakalırım, bu bilinmezin bilenemeyeceğini söylemek değil; bilinmeze sınırsızca ne ad vereceğimi bilememekten gelir, düşünmenin dil ile işlemediği bir gerçek, düşünmeden önce hep duralarım, aklıma bir sürü şey gelebilir ama beni düşündürecek tek şeyin dil olduğunu sezer ve en sonunda onu seçerek dilin sessiz düşünmeleri içerisinde ilerlerim, hiç dilini kullanmamış birisinin dahi düşünebildiğini örnekleyebilirim size, bu da az önce söylediklerimi sınırlı bir biçimde güçlendirecektir: dilsiz bir küçük çocuğa sarı renkli bir kutuya sarı raptiyeyi, yeşil renkli tahtaya yeşil renkli raptiyeyi batırması karşılığında iki muz verdiğinizi düşünün, bir hafta bunu tekrar ettiğinizde onda dilsiz bir adalet duygusu ve düşüncesi “kavramsallaşmaya” başlayacaktır, sonra bir gün aynı raptiyeleri aynı şeylere batırmasına rağmen onu cezalandırın, yoğun bir tepki ile karşılaşırsınız çünkü ona göre bu bir düşüncesizliktir, bir adaletsizliktir, adalet kavramı dil dışı gibi görünen olgular içerisinde isyan etmiş ve sizi düşünmeye çağırmıştır… Aydınlatma direği bana ne düşündürüyor, onun bütün oluşunun sonsuzlukta bir eksiklik olduğunu, sonsuzluk ile bir geçirgenlik taşıdığını seziyorum, her şeyin içinde o sonsuzluktan var, kimisi sonsuza kadar; kimisi sonsuzda var olabiliyor…

Mellini: Kant’a hep mesafelisin?

Badiou: Aslında Kant’ı sevmiyorum ama Kant’a hayranım. Olağanüstü bir azmi ve inceliği var. Fakat hayran olmak ile sevmek aynı şey değildir; bilhassa da büyük felsefi eserlerin oldukça süreksiz alanında. Kant’ı çok sevmiyorum çünkü ilk olarak “aklın sınırları1 motifini sevmiyorum. Saf Aklın Eleştirisi’nde tamamıyla eleştirel maksadı, yani saf aklın, bilişsel rasyonalitenin sınırını tespit etme amacını sevmiyorum. En saf olan (matematiksel akıl) da dahil, aklın bütünüyle sınırsız olduğunu ileri sürüyorum. İkinci olarak Pratik Aklın Eleştirisi’yle ilgili olarak kategorik buyruk fikrini sevmiyorum. Doğrudan ahlakın evrenselliğini yaratan, kategorik buyruk gibi tamamıyla biçimsel bir şeyin var olduğunu düşünmüyorum. Kuşkusuz durumlar ve olaylara bağlı, çoğul buyrukların olduğunu düşünüyorum. Fakat bu buyrukların kaynağı, gerektirdikleri o kendine has madde olarak öznellik, buyrukların kendilerini dayattığı dünyalara bağımlıdır. Yargı Yetisinin Eleştirisi’ne gelince, güzel ile yüce arasındaki ayrımı sevmiyorum: Bütün Alman idealizminin “romantik” dokunuşunun mükemmel simgesidir bu ayrım.

Nancy: Söylediğine katılabilirim. Kant gerçekten Alman olmamasına: evet, zaten Prusyalı. Prusyalı ve Alman; iki ayrı şey. Almanya’nın oluşumunda Prusya’nın önemi ne olursa olsun. Fakat geri kalan hiçbir şeye kesinlikle katılmıyorum.

Badiou: Umarım öyledir! Yoksa bu tartışma çok sakin geçecek…

Nancy: Kant’ı sevmediğini söylüyorsun. Anlıyorum, Kant pek öyle sevilecek, tatlı biri değil. Ayrıca henüz gerçekten Almanca yazmadığı için de sevilecek bir yanı yok: Şansölyelik dili denen dille yazar Kant. Eski, küflü, ortaçağdan kalma Latinceye hayrandır bu skolastik dili sever…

Mellini: Latincede ne var peki Kant için?

Nancy: Latincede Kant için tam anlamıyla lezzetli bir şeyler vardır: kitsch bir yan olduğu doğru ama Kant bunun tam anlamıyla bilincindedir. Kant, düşüncesini sergilemek için gereken dile sahip olmadığından yakınan nadir filozoflardan biridir.

Mellini: Diğer taraf…

Nancy: Diğer taraftan aklın sınırlarını sevmediğini söylüyorsun. İşte burada isyan ediyorum! Kant için aklın sınırları yoktur ki Alain. Sıradan aklın sınırları –yani Saf Aklın Sınırları Dahilinde Din başlığında bulunan sınırlar-  Kant’ın Schwarmerei, dinsel hayaller adını verdiği şeyi reddeden bir aklın sınırlarıdır. Fakat sayesinde hayallere düşmeyen bir din tasarlayabilmeyi istediği bu sınırlar dışında, aklın bir Trieb ile itildiğini söyleyen ilk kişi Kant’tır. Yani uzun zamana “içgüdü” diye çevrilmiş ve bizim Freud nedeniyle “dürtü” olarak çevirdiğimiz “itki”. Bu itki de Kant’ın koşulsuz dediği şeye doğru bir itkidir. İyi de Badiou’nun düşünceleriyle aynı bunlar! Warum nicht (neden olmasın)?

Mellini: Sence Badiou Kant’ı neden bu biçimde eleştiriyor?

Nancy: Bu hususta Kant’ı neden eleştirdiğini anlamıyorum; bana Kant’ın biraz fazla peşin hükümlü, belki neo-Kantçı bir okumasının kurbanı olmuşsun gibi geliyor…

(Müjde, varlıklara kayıtsız anlamcı geldi, şimdiye kadar unuttuğunuz ve unutuşunuzu unuttuğunuz hiçbir şeyi bir daha hatırlamayacaksınız.

Her şeyi hep eksik mi adlandırıyoruz, bir dönem içgüdü denen şey daha da dilimleniyor ve itkiye çevriliyor, bir dönem klasik müzik olan şey, daha da dilimleniyor ve yeni klasik, modern klasik oluyor…

Badiou aklın sınırları ile anlama yetisinin (Verstand) sınırlarını birbirine karıştırıyor olabilir mi, buna biraz bakalım: Kant’ın ilk eleştirisi aklın metafizik bilgiye hiçbir zaman ulaşamayacağı yargısını barındırır gibi görünür, Nancy’e göre ise tanrı, benlik ve dünya olgularının eleştirinin alanına girmesi modernliği başlatır, çünkü artık bir bilgi nesnesinden değil, onun dışında bir şeyden bahsedilmektedir.)

Mellini: Nesneler bir bilgi düzeni içeriyor, peki bu bilgi düzeni içerisinde sunulamayan şeyler var mı?

Nancy: Kant’ın sonraki tüm çalışmasının zaten Birinci Eleştiri’de, çatışkıların çözülüşünde ve hatta (belki de daha çok) sonraki iki eleştiri ve bilhassa üçüncüsünde bulunuyor olmasını engellemez. Kant’ın geri kalan tüm çalışması nesnenin, bilginin nesneleştirilebilir kısmının ötesinde düşünülebilir olanı, şöyle diyeceğim, belki de “gerçek” olarak düşünülen şeyi düşünmeye çalışmaktan ibarettir.

Mellini: Akla bir soru geliyor: Bilginin nesneleştirilebilir kısmının ötesinde olan şey nerede yer kaplar? Bilginin içinde ise neden ona erişemiyoruz, bilginin dışında: düşüncenin içinde ise olan bilgiyi ondan çıkardıktan sonra onu nasıl düşünebiliriz, ya da şunu da eklemeliyim: mevcut olan bilgi, bilginin bilgi varken ulaşamadığımız yeri düşünmemizi engelleyen bir yapıda mıdır? Düşünülebilir olanın içeriği (ve içerik yapısı) saptandığında bunun anlamı daha da fazla açığa çıkacaktır.

Nancy: Öyle Mellini… (Alain’e bakar) Bundan bahsetmedin ama genelde Kant için bir yanda fenomenler, diğer yanda kendinde-şey olduğunu düşünme alışkanlığı vardır; sanki kendinde-şey bir yerde saklanış gibi.

Mellini: Bu seni neye ikna etti?

Nancy: Şuna –ama tek başıma değil, Kant’tan bize kadar gelen birçok Kant okumasının etkisiyle, özellikle Heidegger’in de etkisiyle- ikna oldum: Kendinde-şey, olduğu haliyle şeyin konumundan başka bir şey değil.

Mellini: Bu çok dikkat çekici, o halde kendinde-şeyi göremediğimiz bir olgu olarak da belirtmek mümkün, ne de olsa görünemeyen bir konuma denk düşüyor.

Nancy: Konumlandırılmış olması nedeniyle vardır: Bu varoluştur.

Mellini: Nesnelerde bir kendinde-şey olduğunu söylemek aslında onların konumlandırılmış olmasına da içkin olduğunu söylemek demek oluyor. Bir şey daha söyleyeceksin sanırım?

Nancy: İkincisi, Kant’ı tekrar okuduğumda, hatta Badiou üzerinden tekrar okuduğumda bu varoluşun…

Mellini: Varoluşun konumu değil mi?

Nancy: Varoluşun bu konumunun, Kant için en baştan çoğul olduğuna da ikna oldum. Fenomenlerin algısının arkasında bir yerlerde bir kendinde-şey yoktur… Tanrı’nın (ki hayal kuran bir akla karşı en önemli saldırı öğesidir) varoluş kanıtının harabesine asılı kalmış, her şey saf ve basit bir varoluşu, zorunlu olarak çoğul bir varoluş vardır.

(Bütün bunların rüya olmadığından nasıl emin olunabilir? Diye sorar Kant bir fragmanda, buna birçok cevap vermek mümkün: Nancy şöyle der: bunlar hakkında konuşmak mümkündür, işte oradadır, gerçek vardır. Hatta Nancy biraz abartıp Kant’ın ilk varoluşçu olduğunu da söyler…

Bütün bunların rüya olmadığından nasıl emin olunabilir? Çünkü bu soru bir elmanın armut olmadığından nasıl emin olabiliriz sorusuna benzer, yanlış sorulmuş bir soru ile karşı karşıyayızdır çünkü elma ve armut gibi rüyanın da neye benzediğini biliriz, o nedenle bu soruyu sormak dahi en başta iki ayrı şeyin var olduğunu varsaymak olur.

Gerçek vardır, gerçek olmayan da vardır: bu, yok olan vardır demek değildir.

İŞTE ORADAYIM DEDİĞİMDE OLDUĞUM VE OLMADIĞIM YER ÜZERİNE

Sahil kenarı, kayalıklar üzerinde oturmuş; denizdeki bir su şişesine bakan ben, bu fotoğrafa bakıp işte oradayım dediğimde ben bana göre aslında nerede olurum, en az iki yerde olduğumu söylemek mümkün, hem buradayım, hem de işte oradayım, orada oluşum orada olmasam da benim var olduğumu gösterir çünkü aynı anda iki yerde var olduğumu aklımın öne sürmesi demek mutlak bir biçimde en az bir yerde var olduğumu kabullenmesi demek olur, Descartes’in cogito’suna tek bir fotoğraf karesi üzerinden de varabilirim, bunun için düşünüyor olmam gerekmez, sadece düşüncemi görebilmem yeter, işte oradayım, oraya bakarken şu an kendimi düşünüyorum, kendimi düşünmem ise düşüncemi görebilme biçimim oluyor, yoksa bir düşünce zinciri oluşturmaya başlamak değil, düşünmeye başlamanın hemen başındayım, düşünebileceğimi düşünüyorum ama bunu düşüncemi düşünce ile görerek yapıyorum, o halde şunu ileriye sürebilirim: düşünme olgusu bir birlik değil bir çokluk, tıpkı duygular gibi bir çok düşünüş-algısı barındırıyor, bu düşünüş-algıları ise duyular gibi değil, düşüncem, bilgi nesnelerinin üzerine kendi “düşünüş nesnelliklerini” bana içkin bir yapıda yeniden oluşturuyor. Fotoğraftaki güneş ışığı değişmiyor ama fotoğrafı tutan sol elimin üzerine düşen öğlen ışığı biraz koyulaştı şu an, gözlerimi kısıp fotoğrafa bakıyorum: deminden beri işte oradayım, bu kadarla kalsa iyi: deminden beri de işte oradaydım, iki zaman iç içe geçmiş gibi görünüyor, hem oradayım hala, hem de oradaydım ve bunu kendi burada oluşumdan çıkarsamadım, daha çok az önce işte orada oluşum ile şu an sol elimin üzerine düşen güneş ışığının etkisiyle ama şu anımdan bağımsız olarak az önceki yargımın içinden doğan bir kavrayışla içte oradaydım diyebildim, bu da ister istemez şunu çıkarsamama neden olur: şimdi hem burada hem oradayım. Bu bir gerçek, fotoğraf da gerçek, varoluşum iki konum içeriyor, ve bu bilgi nesnelerinden bağımsız bir kendinde-şeyin olduğunu seziyorum, ve bu kendinde-şey tam işte orada. Görünmez bir şey değil, düşünüşümün “düşünüş-algıları” içerisinde kendini sezdirmeye başlıyor. Bir yere saklandığı söylenen kendinde-şeyi görüyorum şu an: işte oradayım.

 

GÜNCELLENİYOR…

 

 

Comments

comments