Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı “Özgün” Değil mi? Nabokov’un Solgun Ateş’i ve Ulysses ile Benzerlikleri Derrida’nın “Différance” Kavramı ile Açıklanabilir mi?

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı “Özgün” Değil mi? Nabokov’un Solgun Ateş’i ve “Ulysses” ile Benzerlikleri  Derrida’nın “Differance” Kavramı ile Açıklanabilir mi?

Anahtar Kelimeler: Oğuz Atay, Tutunamayanlar, Nabokov, Solgun Ateş, Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı, Ulysses

BİRİNCİ BASKI

1.

Oğuz Atay ve Tutunamayanlar… İkisi hakkında da çok şey yazıldı, buna rağmen sevgili Oğuz Atay’ın “özgünlüğü” konusu pek sorgulanmadı, Tutunamayanlar’ı ilk okuduğumda bir şeyin “parodisinin yapıldığı” duygusuna kapılmıştım ama neyin parodisi olduğu konusunda şüphelerim vardı… Ulysses olabilir miydi, tam olarak değildi… Joyce’un Ulysses’ini okumuştum (acaba o muydu?) ve onun çıkış noktasının Odysseia destanı olduğunu biliyordum, Joyce benim açımdan aşırı abartılmış bir “efsaneydi” bu arada; ve Ulysses’i bitirdiğimde Mahler senfonilerinde hep göz kırpan o “fikri sabit tema” gibi bu kitabın fikri sabitinin de “okumayı zorlaştırmak” (bir desain sıkıntısı) olduğunu düşünmüştüm. Belki de aradığım cevaplar Derrida’nın différance kavramında gizliydi. (Bu olguya metnin sonunda değineceğim.)

2.

Ulysses’de, belki de topu topu 100 sayfalık bir öykü vardı. Sonrasında ise Joyce’un değişken ruh halleri bu satırların arasına yansımış, metnin tüm ruhunu “yapısöküme” uğratmış ve benim açımdan “binlerce ilgisiz şey” bu satırların arasına sıkıştırılarak ortaya 1000 küsur sayfalık bir eser: “Ulysses tuğlası” çıkmıştı, öyle ki, sanki Joyce dahi iki satır yukarıda neden bahsettiğinden habersiz; sürekli metni “şişirmekle” uğraşıyordu (metnin yazım sürecini hatırlayalım, Joyce matbaanın yaptığı prova baskıyı alıyor, her satırın arasına onlarca satır sıkıştırıp geri veriyor. ).

Aynı “yazım tekniği” Dublinliler’de tekrar karşıma çıktı. Dublinliler’deki en büyük fark ise bu tekniği “bir rüya formuna” yaslayabilmesiydi. Böylece Joyce bir biçimde,  “bu nasıl bir ters-yüz anlatım ” eleştirisinin önüne geçebiliyor; metin bir “biçem”e kavuşuyordu.

3.

Çok “abartılan” ve Joyce’a “mal” edilen sondaki bilinçakışı bölümden de pek hoşlanmamıştım açıkçası, eğer Joyce’un biraz daha zamanı olsa, Ulysses’i bugün elimizde olan baskısından çok daha farkı bir forma (daha edebi bir yapıya) sokacağını düşünmüştüm, benim açımdan Ulysses: uzunca bir süre edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin aşırı abarttığı “ünlü bir başyapıt”tı (ki bu düşüncem pek değişmedi, daha da güçlendi), Joyce konusunda söylemek istediğim çok fazla şey olsa da konu aslında Joyce değil şu an, konu: Oğuz Atay ve Nabokov.

4.

Tutunamayanlar’ı ilk okuduğumda onun “bir kitaba gönderme yaptığı” duygusuna kapıldığımı söylemiştim, bu referans kitabın ne olduğunu çok sonraları fark ettim, Nabokov’un bir kitabını okumuş ve kitabın girişinde o betimlemeler ve üslup karşısında şaşkına dönmüş; bugüne kadar Nabokov okumadığım için kendime kızmaya başlamıştım, o kitaptan sonra hemen diğer iki kitabını edindim, kitaplardan birisi Yaba yayınlarından çıkan Solgun Ateş diğeri ise Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı. Sonrasında ise elbette aklımda bir sürü cevapsız soru…

5.

Tutunamayanlar bir “karşı roman” olarak okunabilir mi?

Karşı romanın temel karakteristik özelliklerinden birisinin okurun karakter ile özdeşleşmesini engellemek olduğunu hatırlarsak Tutunamayanlar’daki Selim Işık ile özdeşlik kurmamak için fazla bir şeyin yapılmadığını tam tersine “özdeşlik” kurmamızın yolunun açıldığını görebiliriz.

Tutunamayanlar birçok post-modern anlatı tekniğini içinde barındırır, bunlardan birisi de elbette zamanın kronolojik olarak akmaması. Bu yapı anlatıya yoğun bir muğlaklık verdiği için post-modern anlatının temeli ve gelişimi olan bütün muğlak çatıyı kurar.

6.

Tutunamayanlar ile Solgun Ateş arasındaki bire bir benzeyen “biçimsel yapıları” görmezden gelmek mümkün değil elbette. Oğuz Atay belli ki Nabokov’un Solgun Ateş’i ve Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı adlı kitaplarından önemli ölçüde yararlanmıştır, hatta o kitaplardaki ve nispeten Ulysses’deki biçimsel yapıyı bir şablon olarak alıp onun içini “daha bizden” içeriklerle doldurduğunu söylemek de mümkün. Bu da elbette Tutunamayanlar’ın taklit olduğunu savunanlarla onun taklit olmadığını savunanları karşı karşıya getirir. Burada sorulması gereken soru herhalde şu olmalı: Bir eseri “özgün” yapan şey nedir?

Bu konuyu girmeden önce Tutunamayanlar’ın orijinal olduğunu savunan Yıldız Ecevit’in düşüncelerine kulak verelim:

Oğuz Atay da edebiyatın özde bir yinelemeler zinciri olduğunu bilmektedir. Edebiyat sanatçısı bir önceki modeli alıp kendi potasında eritiyor, sonra da ona özgün bir kimlik vererek zincire yeni bir halka eklemeyi sürdürüyordur; özgünlüğün derecesi, metni ya taklit/ardıl kılmaktadır ya da çığır açıcı/avangardist.
Birey insanın biricik/özgün konumunun önemli olduğu aydınlanma dönemiyle kesişen edebiyatlarda adı konmadan, gürültü çıkarmadan, üstü örtülü oluşan bu yinelemeler zinciri, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki edebiyatta farklı bir yönelim gösterir: önceki metinlerin içerik ya da biçim düzleminde kullanımı açıkça gerçekleştirilen vazgeçilmez bir kurgu ögesine dönüşür. Postmodern edebiyat metinlerarasıdır, onun malzemesi insan/dünya/yaşam olduğu kadar, -hatta daha çok- eski metinlerdir de. Kendisine “Pale Fire” etkisini soran arkadaşı Uğur Ünel’e verdiği yanıt, Atay’ın bu estetik yeniliğin tümüyle bilincinde olduğunu gösterir: “Borges’in Don Kişot’lu öyküsünü düşün, bu da öyle bir şey.” (Ecevit, 2009: 245) Bu alıntı, Arş. Gör. Merve Esra POLAT’ın SOLGUN ATEŞ VE TUTUNAMAYANLAR’IN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ adlı çalışmasından alınmıştır.

Peki Borges’in Don Kişot’lu öyküsünün temel savı neydi? Don Kişot’un bire bir aynısının başka bir yazar tarafından yeniden yazıldığını ve bu birebir tıpkı basımın ilkinden daha iyi olduğunu savunuyordu… Peki bu mümkün mü; elbette değil, bunun mümkün olabileceği bir dünya varsa o da; Borges’in de bütünüyle farkında olduğu üzere: “absürt” bir dünyadır.

Tutunamayanlar ve Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı kitabı arasındaki biçimsel benzerlikler:

1-Tutunamayanlar’da Turgut Özben, intihar etmiş olan Selim Işık hakkında bilgi toplamaya başlar, Selim’in hayatındaki kimselere ulaşmaya çalışır… Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı’nda ise V. ölmüş olan üvey kardeşi Sebastian hakkında bilgi toplamaktadır ve bunun için Sebastian’ın arkadaşları ile görüşür.

2-Her iki kitap da intihar etmiş ya da ölmüş bir kimsenin yakın arkadaş çevresindeki bir bilgi toplama sürecini “temel konu” yapar.

Tutunamayanlar ve Solgun Ateş (Pale Fire) arasındaki biçimsel benzerlikler:

1-Tutunamayanlar dört bölümden oluşuyor, ilk bölüm: Sonun Başlangıcı, ki bana nedense çoğu zaman Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’nın başına koyduğu girişi hatırlatır. Bu ilk bölümde karşımızda bir gazeteci var ve bu metnin ona nasıl ulaştığından, nasıl yayıma hazırladığından bahsediyor (bir nevi sahte bir önsöz ile karşı karşıyayız ki bu biçimsel yapı Solgun Ateş’te de Genç Werther’in Acıları’nda da mevcut). İkinci bölüm: Sonun Başlangıcı ise birazdan kitapta anlatılacak olanların hiçbirinin gerçek olmadığını vurgulayarak ilk giriş ile çelişir ve böylece post-modern anlatının temel duygularından birisi olan “muğlaklık” duygusu oluşturmaya başlar. Üçüncü bölümde Turgut Özben ve Selim Işık romana dahil olur, çok fazla “olay örgüsünün” olmadığı bir düzlemde karakterleri tanımaya başlarız. Bu bölüm, Solgun Ateş’in neredeyse “birebir” parodisinin yapıldığı bölüm ki zaten Tutunamayanlar’ın Solgun Ateş’in taklidi olduğu iddialarının en fazla destek aldığı kısım…

Bu bölümde Selim Işık tarafından yazıldığı iddia edilen beş bölümlük bir şarkı ile karşılaşıyoruz, metnin açıklamasını ise dipnotlar ile Süleyman Kargı adında kurmaca bir karakter yapıyor, açıklamaların çoğunun absürt olduğunu söylemek mümkün, zaten dipnotların amacı da bu, açıklaması yapılan metin ile ilgili ilgisiz yorumlar yapmak. Burada post-modern romanın çok sık kullandığı bir teknik karşımıza çıkar: karşımızda bir anlatıcı vardır ve size söz konusu anlatının (ve kendisinin) bir kurmaca olduğunu söyler. Anlatıcılara hiçbir biçimde güvenmemiz mümkün değildir. Son bölüm ise Turgut Özben’in mektubudur.

Solgun Ateş de tıpkı Tutunamayanlar gibi dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm: Önsöz, Charles Kinbote adında birisi tarafından yazılmış tuhaf bir önsöz, sonraki bölüm ise Solgun Ateş: Dört Kantolu Bir Şiir adlı John Shade tarafından yazılmış uzun bir şiiri kapsıyor, üçüncü kısım da tıpkı Tutunamayanlar’ın üçüncü bölümü gibi kitabın en uzun kısmı, üçüncü bölüm olan: Açıklamalar’da önsözü yazan ve John Shade’in arkadaşı olduğunu söyleyen Charles Kinbote ile tanışıyoruz, bize dipnotlar ile şiiri açıklamaya başlıyor, son bölüm olan: Dizin ise Turgut Özben’in “paralel karakteri” olabilecek olan Kinbote tarafından yazılmış.

2-Her iki kitabın da odağında bize hikayesi anlatılan karakterler olarak Selim Işık ve John Shade var. Turgut Özben ve Kinbote ise onların izini süren; onlar gibi olmak isteyen kimseler. shTurgut Özben Selim’e hayranken, Kinbote daha çok kendini John Shade’in (soyadında Shadows’u görmemek mümkün değil) gölgesinde kalmış hissediyor, kendinin Zembla diye bir ülkenin sürgündeki kralı olduğunu iddia ediyor. Tutunamayanlar’da da Turgut Özben’in kendini “Danimarka Kralı” ilan ettiği Ulysses göndermeli bir bölüm mevcut, elbette bu bölüm yoğun olarak Hamlet’e göndermelerde bulunuyor.

3-Peki Olric kim, ya da kime gönderme içeriyor?

İlk akla geleni, kitapta parodisi de yapıldığı için Hamlet’deki Yorick, bir taraftan Musil’in Niteliksiz Adam’ındaki Ulrick’i de olabilir ama Kostas Dandini ve Mistas Dastana göndermesindeki harf değişimi oyununu hatırlarsak, Büyük Umutlar’daki Orlic olması da pekala mümkün. Ayrıca her iki kitabın da birçok yazara onlarca göndermede bulunduğunu söylemeden geçmemeli.

4- Kendinin Zembla ülkesinin sürgündeki kralı olduğunu iddia eden Kinbote, uydurma bir Zembla dilinden bahseder, Derrida’ya selam dururcasına dilin alışılmış yapılarını bozmaya çalışır, yapısöküme uğratır, sayısız kelime oyunu yapar, aynı yapı-yöneliş Oğuz Atay’da da görünüyor: Osmanlıca, Öztürkçe dil unsurlarının iç içe geçtiği tuhaf bir dil ile karşı karşıya kalıyoruz tıpkı: “Kayamehmetturgutgiller” kullanımı gibi…

5-İki roman da “muğlak” bir son ile biter; aklımızdaki sorunların çoğunun cevabını bulamayız, anlatı sanki devam ediyor gibidir.

Tutunamayanlar’ın Ulysses ile Benzerlikleri

Tutunamayanlar’da Oğuz Atay’ın Solgun Ateş ve Ulysses’den “metinlerarası ilişkiler” kapsamında epey yararlandığını söylemek mümkün.

Bu benzerliklere değinmeden önce aydınlanmacı modernizm olarak belirtilen olgunun tekçi, dayatmacı ve ötekileştirici bir dünya görüşüne sahip olduğunu; Joyce ve öncülleri ile birlikte bu dünya görüşünün büyük oranda sarsıldığı söylemek yerinde olur.

Bu küçük uyarıdan sonra Ulysses’in ilk baskısında yer alan bölüm başlıklarını hatırlamak gerekirse:

I: TELEMAKHİAD

  1. Telemakhos
  2. Nestor
  3. Proteus

II: ODYSSEİA (Gezinmeler)

  1. Calypso
  2. Lotus Eaters
  3. Hades
  4. Aeolus
  5. Lestrygonians
  6. Scylla and Charybdis

10.Wandering Rocks

  1. Sirenler
  2. Kykloplar
  3. Nausikaa
  4. Oxen of The Sun
  5. Circe

III: NOSTOS (Dönüş)

  1. Eumaeus
  2. İthaca
  3. Penelope

Görüleceği üzere Ulysses, Odysseia destanı ile büyük bir paralellik gösterir, tüm bölümler ve bölüm başlıklarır Odysseia destanından alınmıştır ve Odysseia destanının bir “parodisi” olduğunu gizlemez.

Arketipsel açıdan Odysseia’yı taklit eden Ulysses olay örgüsü açısından ne tür bir yol izler?

Ulysses ve Tutunamayanlar’ın Karşılaştırmalı İncelemesi, adlı çalışmasında Mümtaz Sarıçiçek şu tespitte bulunur: Ulysses, olay örgüsü düzeniyle de Odysseia’yi taklit eder.

Görüldüğü üzere elimizde Odysseia arketipi üzerine kurulmuş yapıbozumculuğu önceleyen bir metin vardır. Peki Oğuz Atay’ın kaynağı nerededir? Bu soruya da Berna Moran şöyle cevap verir:

“Tutunamayanlar, 19. yüzyıl gerçekçiliğine sırtını dönmüş, bir ayağı modernistlerde bir ayağı post-modern bir roman. Böyle olmasının başlıca nedeni de sanırım Atay’ın James Joyce gibi modernist bir yazarla, Nabokov gibi postmodernist bir yazardan etkilenmiş olması.” Berna Moran (1990: 199)

İki eser arasındaki benzerliklere gelirsek:

1-Ulysses’deki Odysseia arketipi Tutunamayanlar’da Ulysses arketipine dönüşür, şöyle ki: Turgut bir geneleve gider, orada Hamlet’den kimi sahneler canlandırılır, Stephen nasıl Telemakhos gibi babasını arama yolculuğunda ise Turgut da babası için mücadele eden Hamlet ile özdeşleşir. Stephen gittiği genelevde olay çıkarmış; kapıdaki bekçi ile kavga etmiştir, Turgut da genelevde olay çıkarır ve kapıda bir adam ile kavga eder.

2-Ulysses’in Molly’si Odysseia’da Penelopeia’dır, ikisi de sırasıyla Bloom’u ve Odysseus’u bekler, Günseli’in arketipi ise hem Molly hem de Penelopeia’dır, eserde pasiftirler, bekledikleri kimse gelmez.

3- Molly’nin Bloom’a ve kendine dair düşünceleri nasıl “noktasız virgülsüz bilinçakışı tekniği” ile verilmişse, Günseli’nin Selim’e dair söyledikleri de Turgut’un bilinçakışı biçiminde verilir.

4- İki eser de olay örgüsü açısından koşutluk içerir: Tutunamayanlar’ın Ulysses sınırlarından uzaklaşmasını sağlayan tek yapı ise masal formunu çok sık kullanarak içeriği “bizden öğeler” ile doldurup biçimlendirebilmesidir.

 

Tutunamayanlar’ın Nabokov ve “Ulysses” ile Benzerlikleri Derrida’nın “Differance” Kavramı ile Açıklanabilir mi?

Her metnin bir bina gibi görünen ve “bina yapılırken” ancak görülebilen bir takım “derin yapıları” var, bu derin yapıları görebilenler ya o metin yazılırken sürece tanık olanlar ya da yazarın kendisi. Bunun dışında kalan okur kitlesinin bu derin yapıları çaba harcamadan görmesi pek mümkün değil. Bu yapıları görmek için Fransız filozof Jacques Derrida’ya mal edilen yapıbozum terimine başvurmak gerekiyor. Yapıbozum, bahsettiğimiz metin binasının görünmeyen tüm unsurlarını görünür kılmayı; tüm yapıları birbirinden ayrıştırmayı amaçlıyor.

Bu “yapıbozum” yapıldığında fotoğrafın bütününde gördüğümüz: her şeyi bir arada tutan “kabul görmüş kuralların” etkisiz hale getirilmesi-sorgulanması amaçlanıyor. Elbette eleştirel bir yöntem bu, dikatomilere* yüklenen her anlam bir yapaylık taşıyor, bu yöntemin amacı da yüklenen bu değerleri ve anlamları tersine çevirmek, bununla kalsa iyi, yapay biçimde yüklenen bu anlamları bir de tarihsel bağlamlara oturtulmasısöz konusu. Yapının hangi ideolojilere hizmet ettiğini göstermeye çalışıyor; böylece onlar arasındaki farklılıkların “yapay bir fark” olduğunu göstererek bir nevi: “farklılıkların kaybolmasını” sağlıyor.

*Dikatomi: Bir ikilik, bir bütünün iki parçaya bölünmesidir. Başka bir deyişle, bu çift parça ortaklaşa kapsamlı: her şey bir parçaya ya da diğerine ait olmalı ve karşılıklı olarak münhasır: hiçbir şey aynı anda her iki parçaya ait olamaz. Böyle bir bölüme sıklıkla iki bölümlü denir.

Derrida’ya göre düşünce bir düşünce sistemi kurar, bu da bir sürece yayılır, o nedenle sürekli bir yapılandırma içerisindedir, üretilenler sürekli bir ötelemeye maruz kalır. Baudrillard’ın simülakr kavramı gibi metinler de simülakr bir varlık ya da bir şeylerin parodisidir, metinler diğer metinlere yönelir, böylece yeni anlamlar üretir. Her metin diğeri ile bağlantılıdır, özgün olmak mümkün olmaz. Bu olmadığında da mutlak bir anlama ulaşmak imkansızdır, böyle olduğuna göre de her metnin dayatıcı bir özgünlük gücü taşıdığını söylemek imkansızlaşır. Ağaç kelimesi ile ağacın kendisi arasındaki ilişki hiçbir zaman sabit bir ilişki değildir, kelimelerin tek bir anlamı yoktur, o nedenle üretilen eserin de tek bir anlamı olduğunu söylemek mümkün olmaz.

Roland Barthes ile birlikte anlamın içeriği çoğulcu bir yapı haline geldi, artık karşımızda ne sabit kelimeler ne de sabit bir özne var: her şey yapıbozuma uğruyor, imgeler alışılmadık biçimde kullanılıyor, anlamların çoğulcu niteliği sayesinde anlam sürekli “anlam değiştiriyor” her şey her şeyin parodisi olmaya başlıyor, Tutunamayanlar hem Solgun Ateş’in hem de Ulysses’in bir parodisi oluyor, onlar da zaten başka kitapların birer parodisi… Bu açıdan bakıldığında parodi olan bir şeyin parodisinin yapılmasının eleştirilmesi pek mümkün değil ama amaç özgünlük ise bu parodi sıralamasında hangi sırada olduğunu belirlemek önemli. Tutunamayanlar, bir şeyin parodisini yapıyor demek yerine, “bir şeyin parodisini yapan bir şeyin parodisini yapıyor” demek daha da mümkün oluyor.

Yapıbozum, her türlü görünmeyen örgüyü sökerek metne dahil edebiliyor. Karşı roman; günlükten şiire her türlü yapı ile metni bozuyor, bilinçakışı zaman izleğini dağıtıyor, kelimeler alışılmadık biçimde yan yana geliyor (Kayamehmetturgutgiller’i hatırlayalım), noktalama işaretleri ya hiç kullanılmıyor ya da alışılmadık biçimde kullanılıyor. Bu yöntemleri kullanan sayısız roman mevcut elbette, Tutunamayanlar ile Solgun Ateş arasındaki en büyük benzerlik ise birinin diğerini referans alarak her şeyi yapıbozuma uğratmaya çalışması. Bu da ister istemez: “bir parodinin taklit edilerek yeni bir parodi üretildiği (üretilmeye çalışıldığı)” duygusuna kapılmamıza neden oluyor. Her ne kadar Tutunamayanlar, dıştaki biçimsel yapı dışında içte-içeride çok özgün (bizden diyelim) bir içerik taşısa da “yapıbozumu; yapıbozum yapan bir metin üzerine kurarak” onun imkansız bir tersine çevrimini kurma çabasına giriyor.

Her ne kadar bu metinsel düzlemde biçim ve içerik yapılarını da yapıbozuma uğratıp onların farklılıklarını ortadan kaldırmak mümkün olsa da; Tutunamayanlar’ın yapıbozum ve post-modern roman tekniklerini kullanmada taklit ettiği yapıya bağlı: taklit, yapıların içini doldurmada ise epey özgür (kimi zaman aşırı özgür; kontrolsüz) ve özgün olduğunu görmezden gelemeyiz.

O halde denebilir ki tüm bu nedenlerle Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının bahsedilen “yapıbozum” araçlarını kullanmada taklit, içeriği doldurma açısından ise özgün bir eser olduğunu söylemek mümkün.

Derrida’nın différance kavramına getireceğim eleştiriler:

1.Derrida, différance kavramını oluştururken çok önemli bir şeyi gözden kaçırıyor, o da: differance ile zaman arasındaki bağıntı, ki bu gözden kaçırma her kavramsallaşma sürecinde, “doğadaki fizik kanunlar” görmezden gelindiği için bir biçimde var oluyor.

2.Derrida, différance kavramı ile şeyler arasındaki ayrımları ortadan kaldırmakla kalmıyor, daha da ileri giderek: “benim yazdığım tüm kitaplar şimdi başka biçimde okunabilir, bambaşka anlamlara gelir”, diyor ki bu bence mümkün değil çünkü her metin, “hemen değiş-e-meyen bir “zaman uzayı” içerir. Yeni bir kavram oluşturmak gerekirse bu kavrama “differ’anttime (farklı-zaman((akışı))” diyeceğim, bir metnin “differ’anttime”ı asla kısa zamanda değişmez, Derrida’nın kitaplarının anlamı da hemen değişmez, dün okuyup bitirdiğim bir Derrida kitabı ile bugün başladığım aynı Derrida kitabı aynı “differ’anttime” akışını içerir, anlam akışı sabittir. Bu mevcut akış benim yaşadığım toplumsal koşullar, düşünce biçimim, ideolojiler gibi birçok şey değiştikten sonra ancak farklı bir “differ’anttime” a bürünür. Dolayısıyla anlamın çoğul bir anlamı olması demek; şu an bütün anlamları da kapsıyor olduğu anlamına gelmez. Şu an anlamı neyse; onu anladığım “anlama biçimim” odur.

3.Derrida’nın différance kavramı ile “parodinin parodisinin yapılması” olgusunu yeni bir anlama kavuşturabilirim ama “parodinin parodisinin yapılması eylemi” hiçbir biçimde değişmez. O tek bir yüklem içerir.

4.Çoğul anlam ancak tekil bir anlam varsayılarak çoğullaşır, her yeni anlam çoğullaşırken “kendi farkını” da çoğulluk içerisinde açar, dolayısıyla her farklılık bir “sabit değişen” taşır.

5.Derrida’nın hedeflediği différance hem başlangıç hem de bitiş noktasıdır, kökeni yoktur, Derrida bir nevi tanrı kavramı tanımlama çabasına girer. Différance her ne kadar kökensizliğini, geride bıraktığı izleri sürekli silerek gizlemeye çalışıyor olsa da bu süreç bir oyun biçiminde sergilendiği için izlerin bütünüyle silindiğini düşünmek kendini kandırmak olur. Gösteren kendine gizlenmez, anlama gizlendikçe köksüzleşme isteğini de açıkça görünür kılar, o nedenle gelenek o köksüzlüğe gizlenir, asla silinmez. Différance temelsizlenmez, o nedenle gerçekliği iptal edemez, différance köksüz değil kökeni gizli bir kavramdır. Düşünce kökensiz kalamaz.

6.Son olarak Derrida’ya getireceğim eleştiri ise şu: Différance kavramı metinlerin “değişirliğini” değil metinlerdeki anlamların “değişirliğini” vurgular. Gösteren sabittir; gösterilen değişir, o nedenle metinsel bir biçim taklit barındırıyorsa o taklittir, anlamı ise ondan bağımsızdır. Ve anlamın özgün bir değer taşıması her zaman mümkündür.

 

 

 

Comments

comments